Şimdi de biraz bencil olun,


Evet, biraz dediğime bakmayın siz olabildiğinizce, dayanabildiğinizce bencil olun.
Olabildiğinizce, bünyenizin kaldırabildiği kadar bencil olun ki dünya güzelleşsin.
Siz istediklerinizi alt alta yazın,
Eşinizin,
Sevgilinizin,
Dostunuzun,
Arkadaşınızın,
Çocuğunuzun,
Patronunuzun,
Mesai arkadaşınızın,
Sosyal hayatınızın içindeki ve özel hayatınızın içindekilerin tamamının size nasıl davranmalarını istiyorsanız hepsini yazın.
Korkmadan,
Utanmadan,
Elinizi korkak alıştırmadan yazın,
Yazın listenizi siz ne kadar uzatmak istiyorsanız o kadar yazın.
Ve şimdi kimsenin almadan vermeyeceğini hatırlayın.
Ve şimdi herkesin sizin kadar bencil olduğunu düşünün ve her şeyin karşılığı olduğunu düşünün.
Biraz zaman verin kendinize ağır oldu biraz önce bol keseden attığınız liste.
Zaten insanların kanaatkâr olduğunu düşünün,
Zaten dünyanın mükemmel olmadığını,
Zaten insanların mükemmel olmadığını düşünün.
Sonra listenizi alın ve verebileceğiniz kadarını alacağınızı bilerek insanlara neleri verebileceğinize karar verin ve diğerlerini atın listenizden.
Siz verebildiklerini alabilecek kadar bencil olun, olmaya çalışın.
Veremeyeceğinizi bildiğiniz şeyleri istememeye alışın, alıştırın kendinizi.
Veremeyeceğiniz, sunamayacaklarınız alamayacaklarınızdır tam ve net olarak.
Sıfıra sıfır yaşayın,
Denklemin soluna neler yazdıysanız sağında o kadarını bulacaksınız yaşamda.
Ne kadar adıl değil mi?
Denklemin eşit olması.
Biz o anki ruh halimizi acındırarak insanlardan bencillik talep etmek kredi kartıyla yaşamak gibi,
Sosyal yaşamda kredi kartı yok,
Nakit yaşam var yaşamın gerçeğinde.
Kredi verenler yok mu?
Borç verenler yok mu?
Vardır arar bulursunuz isterseniz,
Aldıklarınız hiçbir zaman ödeyememeğinizdir.
Nakit yaşama alışın,
Verebildikleriniz kadar bencil olun,
Ne kadar bencilseniz o kadar bencillik yapabilirsiniz. 13.11.2010

AŞK İLKELLİKTİR,


Geçenlerde bir belgesel izledim. Modern insanın ilkel/içgüdüsel davranışlara geri gidişinin hikâyesiydi. Sanırım açık denizde kaybolan bir gemide yaşanan gerçek bir hikaye. Yiyecekleri tükenince ölen arkadaşlarını yiyerek yaşamaya çalışan gemicilerin, modern yamyamlık hikayesi. İnsanların bu ilkelliğe geri dönüş serüveninin aşamalarını uzmanlar şöyle tanımlıyor;
İnsan vücudu açlıkla karşılaşınca beynimiz tarafından daha önceden tanımlanmış olan “acil eylem planı” aşama, aşama devreye alınıyor. Yaşama devam etmek için gerekli olan enerjinin sağlanması amacıyla önce vücutta bulunan şeker ve böyle durumlar için depolanan yağlar kullanılmaya başlanıyor. Şeker ve yağ stokları bitince, gerekli besinler ile takviye alamaz ise vücudumuz için gerekli enerjinin sağlanması için beynimiz proteinlerin kullanılmasına müsaade ediyor. Bunun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu anlatmak için uzmanlar şöyle örnek veriyorlar. Vücuttaki proteinleri yakmak, ısınmak için kendi evinizi yakmak gibidir. Bu dönem içinde de vücudumuzun normal çalışması için gerekli enerjiyi sağlayacak besinler alınamaz ise beynimiz üçüncü aşama önlemleri devreye alıyor. Bu döneme tasarruf dönemi de diyebiliriz. Azalan enerjiyi daha uzun süre ve ekonomik kullanabilmek amacıyla beyin, kalp ve akciğer dışındaki organların çalışmalarına beyin tarafından ara veriliyor. Enerjimiz tükenmeye ve yaşamımızı devam ettirecek enerjiyi hala bulunamamış ise dördündü ve son aşama devreye giriyor. İşte bu dönem ilkelliğin ta kendisi. Artık vücudumuz beynimizin aldığı önlemlerin sonunun geldiğini bilmektedir. Bedenimizin inisiyatifi alma zamanı gelmiştir. Bedenimiz beynimizin gelişmiş kısmına “sen biraz devreden çık ve ben senin onaylamakta zorluk çekeceğin şeyler de dâhil olmak üzere yaşamımı sürdürmek için yapmam gerekenleri yapayım. Sen bunlara ortak olma. Yaşamda kalmayı becerirsem, normale dönersem seni çağırırım “der ve beynimizin ilkel duygular dışındaki bölümlerini yani beynin kabuğunu devreden çıkarır. Beyin kabuğu yönetimden çekilince, yaşamın devamı için yapılacak her şeyi sorgulamadan yerine getirebilecek ve bu şekilde bedenimizi yönetecek bir ilkel beyin devrededir. Bu son dönemdir. İlkel duygular ve içgüdülerin devrede olduğu, her şeyin sorgulanmadan tek bir amaç için –yaşamak için- yapılabildiği bir dönem bu dönem.
Bu ilkel duyguları bedenimizin zorunlu ihtiyaçları olarak tanımlarsak yanlış olmaz sanıyorum. Çünkü hayatta kalmak ve neslinin devamını sağlamak için mücadele eden bedenimizdir. Biz bedenimizin devamlılığını sağlıyoruz. Aslında biz bedenimizin devamlılığını sağlıyoruz diyerek bu dönemi sanki yönetiyoruz demeye getiriyoruz. Ancak bu dönemi biz yönetmiyoruz. Bedenimiz ve ona itaat eden bir ilkel beyin ile yaşam ve neslimizin devamlılığını sağlamanın dışında bir şey yapmıyoruz.
İnsanlığımızın bu son noktası,
ilkellik,
içgüdüsel davranışlar
ve hayvanlarla eşitlendiğimiz nokta olarak tanımlanıyor.
Bu ilkel ve içgüdüsel davranışlar bizim özümüzdür,
Bu ilkel ve içgüdüsel davranışlar bizi korur,
Bu ilkel ve içgüdüsel davranışlar bizim için otomatik devreye girer,
Bu ilkel ve içgüdüsel davranışlar her kesin kendisine özeldir, genelleştirilemez,
Bu ilkel ve içgüdüsel davranışlardan dolayı kimse sorgulanamaz,
Bu ilkel ve içgüdüsel davranışlardan dolayı üçüncü kişilere yorum hakkı doğmaz.

Modernlik ve teknolojinin içinde olmadığı,
İlkel, hatta evrimini tanımlamamış insandan bugüne hiç değişmeden bizlere kadar ulaşan asıl miras bu içgüdüsel davranışlardır. Şimdinin modernliği içinde aşağılayıp yok saydığımız bu ilkellik ve hayvanlarla eşdeğer olmamız bizi biraz utandırsa da ,varlığımızı devam ettirmemizi bu atalarımızdan kalan en eski mirasa borçluyuz.
Bence ilkel davranışlar ve içgüdüsel davranışlar içinde insanlarla hayvanlar arasında bir fark var yinede. Beslenme, barınma, üreme hayvanlarla insanların ortak temel içgüdüleri.
Bu ilkel ya da içgüdüsel davranışların içinde biri daha var ki bu bizim ilkelliğimizi hayvanlardan ayırmakta. Bu da aşk. İlk insandan hatta evrimi tamamlamamış insandan bizlere kalan genetik miraslardan biri de aşk.
İster ilkel insan olsun ister modern insan olsun aşk karşısında
aynı tepkileri gösteriyor,
aynı davranışları sergiliyor,
aynı cesareti hissediyor,
aynı körlüğü yaşıyor
ve bunu sorgulatmıyor topluma.
Bu kadın programlarındaki, gazetelerdeki, magazin programlarındaki yurdum insanının yaşadıkları aşklar,
En zengininden, en fakirine veya sosyal statüsüne bakmadan yaşanan aşklar,
İlk insandan bugüne her şeye rağmen yaşanan cesaretli aşklar,
Bu bilinenlerin dışında bilinmeyen sadece yaşanan aşkları hep tanımlamakta güçlük çektim. Mantık ve toplumsal tanımlamalarla örtüşmese de yaşanmış, yaşanmakta ve yaşanacak tüm bu aşkları ancak bu şekilde tanımlayarak kendimi rahatlattım.
Ve artık ben bunları sorgulamıyorum.
Aşkın birbirini bulan iki kişinin atalarından kalan en özel mirası diye düşünüyorum,
Ve aşkı insanlara özgü ilkel ve içgüdüsel bir davranış olarak tanımlıyorum. Çünkü içgüdüsel ve ilkel davranışlar çevresel, ahlaki ve benzeri hiçbir toplumsal tepki ile iletişime girmez.
Bu haftalık ta bu kadar efendim haftaya görüşmek üzere.
08.10.2006

Öğretmenim benim,

Öğrenmenin yaşı yok, yaşamak için öğrenmek zorundayız çünkü yaşama mola yok demiş şair.
Hep öğretmenler gününde ezbere çiçek alır götürürüz veya arar halini hatırını sorarız mesleği öğretmenlik olup okulumuzdan tanıdıklarımızın.
Biz yaşamın her anında öğrendiklerimizin ne kadarını okuldaki öğretmenlerimizden öğrendik?
Öğretmenlerimiz alınmasın onlar da öğrendiklerinin ve ders ile birlikte davranış olarak aktardıklarının ne kadarını öğretmenlerinden öğrendiler?
Doğal yaşam içinde var olmanın şartı kurallara uymak ve uyum göstermek ve bunları öğrenerek uygulamak değil midir? Bizler için de yaşam süresinde var olabilmemizin, varlığımızı hissettirebilmemizin, varlığımızın çevremize bir şeyler verebilmesinin şartı öğrenmek, öğrenmeye devam etmek ve paylaşmak öğrendiklerimizi.
Yaşıyor olmanın günlük tazeliğinin yolu da bu,
Yaşamayı ciğerlerimizde bu anlarda hissederiz,
Kendimize böyle zamanlarda daha çok inanırız,
Hiçbir şey bilmediğimiz zamanlarda, yaşamın sıfır anında bedenimizin bildiklerini, büyümeyi öğrenirken unutup bir daha hatırlamadığımız birkaç konu var istisna olarak sayabileceğimiz. Doğru nefes almak ve sesimizi doğru kullanmak gibi. Bunları da büyürken, öğrenirken unutup bir daha öğrenemiyoruz maalesef. Ben inanmayınca bir hekim arkadaşım “ sen hiç ağlarken sesi kısılan bebek gördün mü? “ diye sorunca anladım ki öğrenirken en iyisini yaptıklarımız da dahil olmak üzere bir şeyleri unutabiliyoruz.
O yüzden yaşamınızda size öğretmenlik yapanlara bu gözle bir daha bakın,
Bir daha analiz edin çevrenizde hep var olan ve olacak öğretmenlerinize.
Size öğrettiklerini size hissettirmeyen,
Size öğretirken sınavı defter, kitap açık yapan,
Notunuzu vermeyip çevrenizde değer görerek not aldığınız,
Bu büyük küçük tüm öğretmenlerinizi bir kez daha gözden geçirerek onları bir sonraki 24.Kasım’ atlamayın lütfen.
Bize sevgili olmayı,
Bize eş olmayı,
Bize evlat olmayı,
Bize anne/baba olmay
Bize buna benzer yaşamınızda durduğunuz yerde kalmanızı sağlayan tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.
Haftaya görüşmek üzere…(24.11.2010)

Yaşamımız içinde acı çektiğimiz zamanlar olmuştur mutlaka. Yaşam zaman, zaman acımasızlık yapmıştır her birimize. Kader zaman, zaman kendisini hissettirmiştir acıtarak bizi veya sevdiklerimizi.
Biliyoruz ki “acı patlıcanı kırağı çalmaz” bizim memlekette.
Biliyoruz ki “acı olgunlaştırır “ insanı.
Sezen Aksu “ acıdan geçmeyen şarkı eksiktir biraz” diyor.
Bergen “ acıların kadını” olarak ünlendi.
Çektiğimiz sıkıntılar, bu sıkıntıları çekerken yanımızdaki dostlar ve bu dönemde öğrendiklerimiz ile ilgili hikayeler ile şekillenmiştir yaşamımızın birkaç kenarı.
Sevinçleri severiz ve büyük coşku ile kutlarız ancak bizi biçimlendiren acılarımızdır çoğu zaman.
Sevinçlerimizden tecrübe kalıntısı yapmayız, bırakmayız tortularını sonraki nesillere.
Ama acılarımızla Türküler yakarız, deyişler oluştururuz bu acıyı sonraki nesil çekmeden öğrensin diye.
Acımızın onlara çekmeden kalıntısı kalsın, torunlarımız acılarımızı bilsin de yapmasınlar aynı hatayı diye.
Ama severiz acıları kim ne derse desin.
Severiz ağlamayı – hatta sevinirken bile tutulamaz gözyaşları-
Acılar içindeki dönemlerden refleksler kalır aklımızda çırılçıplak.
Sıkıntı anında verdiğimiz kritik kararlar, yaptıklarımız anlatılır asıl.
Dostlarımızın ilk tepkisi – iyi olursa efsane olarak / kaçamak olursa hep sitemle- anılır tüm yaşam sonuna kadar.
Benim yaşamımda sıkıştığım anları düşündüğümde böyle olmuştur hep, bundan dolayıdır bu anlattıklarım.
Özel sıkıntıları paylaşmasam da sizlerle genel sıkıntıları paylaşabilirim rahatlıkla.
17.Ağustos.1999 depremi sonraki yaşananlardan daha genel sıkıntı aklıma gelmiyor şu anda sizlerle paylaşmak, aklımdakileri örneklemek için.
Hepimizin farklı da olsa kötü anıları var amaç onları hatırlatmak değil elbette.
İlk ne yaptınız,
Refleksiniz neydi şoku atlattıktan sonra.
Tekrar düşünün kendinizi,
Dostlarınızı,
Komşularınızı,
Çevrenizdeki herkesi.
Bu aklınızda kalan davranışlar O’nun ;
Aklını bırakarak,
Saf olarak bilincinin O’na emrettikleri
Ve O’nu asıl temsil eden davranışlarıdır. Kalanı hikaye.
Ekmek alırken ,
Suyu bulduğunda,
Birisi yardım istediğinde, nasıl davrandıysa,
Bu davranışları tanımlamaktadır yalın olarak O’nu.
Yoksa bir gün önce veya sonra “normal şartlar altında” söyledikleri değil.
Olay anındaki davranışlarıdır O’nun gerçek tanımı.
Ne karakter tahlili sonucu çıkanlar,
Ne de burcunun O’nun hakkında anlattıklarıdır O’nun tanımı.
İşte acının bize kattıklarından biri budur. İnsanları tanımak.
Ne kadar bencil,
Ne kadar insancıl,
Veya;
İlk ne geliyor aklına,
İlk kimi koruyor,
Nereye kadar paylaşabiliyor,
Nereye kadar fedakâr,
Ne kadar sakin,
Ne kadar telaşlı,
Ne kadar panik,
Ve ne kadar her ne isek o çıkıyor apaçık ortaya.
Olaylar esnasında gösterdiklerimizle.
Size özel acılar size neler kattı, kimleri size tanıttı bir kez daha irdeleyelim önce kendimizi.
Haftaya görüşmek üzere efendim.
31.3.2006

Işığınızın faydası ne?

Yaşarken hep toplarız diyoruz,
Yaşarken hep öğreniriz diyoruz,
Yaşarken gelişiriz diyoruz,
Yaşarken tecrübeleniriz diyoruz,
Evet, doğru bunları yaparız da ne olur?
Bu topladıklarımız,
Bu öğrendiklerimiz,
Bu gelişmişliğimiz,
Ve tecrübemiz.
Bir işe yaramalı değil mi?
Kör bir adam yaşarmış kasabanın birinde. Bu kör adam geceleri sokağa çıktığında elinde fener ile gidermiş gittiği yere. Kasabalı bu nedenle biraz şüphelenirlermiş adamın kör olup olmadığı konusunda.
Günlerden bir gün saklamışlar kör adamın fenerini,
Adamcağız aramış bulamamış fenerini ve bu sefer fenersiz çıkmış yola. Yolda giderken kendisi görmüyor tamam ama bu sefer diğer insanlar da onu görmekte zorlanmışlar çarpmışlar, yolunun önünden çekilmekte zorlanmışlar.
Anlamışlar ki kör adam kendi için tutmuyormuş ışığı çevresi için tutuyormuş aslında.
Mevlana’nın dediği gibi;
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.
Evet, bir işe yaramalı
Bu topladıklarımız,
Bu öğrendiklerimiz,
Gelişmişliğimiz,
Tecrübemiz.
Başkalarına ışık katmalı,
Başkalarının yolunu aydınlatmalı,
Başkalarının ufkunu genişletmeli.
Hayır, bir işe yaramamalı diyebiliyorsak ısrarla,
Feneri alınmış kör adam gibi oluruz, biz biliriz ama çevremizdekiler bilmediği için bizim yolumuza çıkar, yolumuzu keser, bizim ilerlememiz önünde engel olur bu paylaşmadıklarımız.
“başkalarının yaşamına ışık kattığımızda bu ışık size de yansır” der Peter Pan’ın yazarı İskoç yazar James Matthew Barrie. Yazar Barrie’den söz açılınca onun farklı hayatından bu sözü söyleme nedenini paylaşmak itiyorum sizinle.
1929 yılında Peter Pan’ın yazarı Barrie, oyun ve kitabın tüm haklarını "Great Ormond Street Hospital for Sick Children" isimli çocuk hastanesine bağışladı. Yani, oyunu sahneleyen ya da kitabı basan veya alan herkes, bu hastaneye telif ödemiş olacaktı. Bu son derece cömert yardım bunca zaman hastaneye çok büyük paralar kazandırdı ve kim bilir kaç hasta çocuğun iyileşmesini sağladı. Belki bunun nedeni cücelik hastalığı nedeniyle tüm ömrü boyunda 140 cm. boyda olması nedeniyle kendisini çocuklara daha yakın hissetmesi midir bilinmez.
Tabi bunun için önce aydınlanmak gerek,
Öğrenmeye gayret gerek,
Tecrübelenecek kadar ciddi bir şekilde çalışmak gerek.
Tüm bunlar insan olmanın,
Toplum içinde yaşayan iyi insan olmanın çabalarından biri de değil mi?
Nirvanaya ulaşmayı beklemeyin ama olmadan olmuş gibi yapmayın derim.
Yarım hoca dinden eder,
Yarım doktor candan eder derler.
Verdiklerinize dair biriktirdikleriniz tam olsun,
Alanın yolu sizin ışığınız ile aydınlansın.
Verdikçe tükenmeyen,
Verdikçe eksilmeyen,
Verdikçe azalmayan bu biriktirdiklerinizi vermekte zorlanmayın,
Tasarruf etmeyin bildiklerinizi paylaşmaktan,
Pintilik etmeyin ışığınızı saçmaktan,
Yaşam alanınız aydınlattıklarınız ile billurlaşacaktır güvenle.
Kendi ışığınızla yürürken aydınlatmak yanınızdaki yürüyenlerin yolunu,
Daha güzel,
Daha eğlenceli,
Daha coşkulu,
Ve daha güzel değimlidir yalnız yürümekten.
Haftaya buluşmak dileği ile.
14.3.2010

Biz iyileri tanırız!

Peki, kötüleri kim tanır?
Biz ne yapacağız!!!
Arkadaşlarımızla, birlikte olduğumuz insanlarla;
Politikayı tartışırız;
Bizim basit olarak çözdüklerimizi çözemez yöneticiler,
Bizim beğendiklerimiz çoğu zaman iktidar da, da değildir.

Güncel yaşamı konuşuruz;
İyiler vardır çevremizde- iyi tanırız onları- ama mağdurdur onların pek çoğu,
İyi olmayanlar vardır –pek tanımasak ta tanıyan birileri söylemiştir-neler yaptıkları dilden dile dolaşır.

Seçimler olur herkes bizim gibi düşünüyordur ama sandıktan başka sonuç çıkıverir. Herkes böyle düşünüyordu- bildiklerimiz-. Aklı olan da böyle düşünmeli, ama bu sonuç nasıl çıkar anlaşılmaz.
Bazen tanıdıklarımız içinde de genel kanaate göre yanlış yapanlar çıkar - kötü dememeliyiz onlara- ama bilseler o tanıdığımızın niçin bunu yaptığını, hangi şartlarda yaptığını hak verirdi ve “aslıda ne kadar iyi” olduğunu anlarlardı arkadaşımızın.

Böyle bir yaşam içinde kalınca biz hep iyiler ve mağdurlar ile beraberizdir genellikle ve doğal olarak. Belki imkân olsa ve iyi olmayanlarla tanıştırsalar bizi ve konuştursalar, kim bilir belki hak vereceğiz ve O’nu da katacağız çevremizdeki “aslında iyi” ancak mağdurlara.

Biraz insanları eleştirmek için kendi yakın çevremizin dışındakiler için kullanıyoruz.
Biraz eleştirme hakkımızı daha az tanıdıklarımız için kullanıyoruz.
Biraz yakın çevremize torpil geçiyoruz.
Bu yanlış değil temel olarak.
Yakın çevremiz eleştirilecek insanlardan oluşuyorsa niçin yakınımızda duruyor. Yakın çevremizde duruyorsa mutlaka bunlardan muaf olmalı. Bunu yazarken önce yakın çevrenizden başlayın demiyorum eleştirmeye, sakın yanlış anlaşılmasın. Sadece eleştirdiğimiz, yol gösterdiğimiz, nasıl yapılacağını tarif edeceğimiz kişiler bizin en azından bunları söylerken duyabilmeli sesimizi. Cesaret ile karşımıza alıp konuşabileceklerimize eleştiri hakkımızı kullanabiliyorsak ve kendini ifade etme hakkını sunabiliyorsak eleştiri bir zemine oturur ve anlam kazanır, diğeri bizin kendi kendimizin yaptığı bir rahatlama yöntemidir. Söylenirsiniz o kadar. Niyetiniz düzelmesine yardımcı olmak değildir, ne sistemin ne de o kişinin. Söyler kurtulursunuz.
Peki, biz hiçbir şey yapmayalım mı o zaman? Eleştiri hakkını ve yol gösterme hakkını sesinizi duyurabileceklerinize yapar, kolunuzun ulaştığı alanı temiz tutarsanız siz kendi adınıza övünülecek bir şey yapıyorsunuzdur. Bir düşünün Türkiye’nin ve Dünya’nın politikalarından önce çevrenizde neler yapabilirsiniz? Şehrinizde, mahallenizde, sokağınızda, işinizde, aileniz içinde. Yapılabilecek o kadar çok şey var ki. Hepimiz çevremizdeki bizim dışımızdakileri düzeltmek için, çözemeyeceğimiz ve detayını bilmediğimiz sorunları çözmek için harcadığımız zamanı kendimizi düzeltmek eleştirmek ve elimizin ulaşabileceği, sesimizin duyulabileceği mesafelerdeki sorunları çözmek için harcasak ve herkes böyle yaparsa, çözülecek sorun kalır mı sizce?

Sorunlara tamamen seyirci kalanlara yer yok zaten bu satırlarda.

Seyirci kalanlar sorunlara ortak olmakla kalmıyor, sorunun bizzat kendisi oluyorlar zaten.

Gelin yaşamımızı yapamayacaklarımızın nasıl yapılacağını tarif ederek geçirmeyelim.

Yarına bizden bir eser kalması için yapabileceğimiz işleri alalım elimize onları çözelim.

İnanın çözdüğümüz o sorun Dünya’nın en büyük sorunu, çünkü bunu çözmek için bu konudan hiç haberi olmayan biri nasıl çözüleceği konusunda ahkâm kesiyor. Bu kolay dediğiniz sorun çözülürse ahkâm kesen arkadaşta kendi çözebileceğine yönelecektir belki de.

Siz çözebildiğiniz sorunları çözün, göreceksiniz yaşadığınız Dünya her geçen gün daha yaşanır hale gelecek.

Bir de yapabileceğiniz bir şey daha var tanıdıklarınızın da, sesinizi duyurduklarınızın da, elinizi ulaştırabildiklerinizin de böyle davranmaları için yol gösterebilirsiniz, yardımcı olabilirsiniz.

Ben böyle düşünüyor ve bunu paylaşmaya çalışıyorum. Mümkün olduğu kadar çözebileceğim, gücümün yettiği sorunları aşmaya çalışıyorum. Bu sizi daha güçlü hale getiriyor. Biraz daha devam etseniz eskiden size uzak gelen sorunların, çözüm alanınıza girmiş olduğunuzu fark ediyorsunuz birden.

Çözüm alanınızı iyi belirleyin. Bir boksör kol mesafesine girmeden yumruk sallamaya devam etsin, karşıdaki ne zarar görür bundan. Sadece bekler ki yorulsun, sonrada kol mesafesi kadar yaklaşıp tek yumruk ile sorunu çözer. Enerjimizi verimli kullanmak için çözüm alanınızı doğru belirleyin lütfen. Eskiler ne demiş “ herkes kapısının önünü süpürürse tüm memleket temizlenir”,
Efendim bu haftalıkta bu kadar, masajlarınızı bekliyorum ve iyi haftalar diliyorum.
02.05.2006

DENGESİZLEŞİN !

Dengenizi bozacak bir şeyler yapın.
Denge hareketin bittiği yerdir.
Denge sakinliktir.
Denge sonsuzluktur.
Denge sıfıra sıfır noktasıdır.
Denge ölümdür.
Hareket, yaşam, canlılık dengesizliklerin sonucudur.
Dengesizlik olmasaydı enerji olmazdı.
Dengesizlik demek bizi anlam olarak yanlış çağrışımlara taşıyabilir, bu nedenle dengesizlik yerine potansiyel güç diyelim, potansiyel enerji diyelim.
Bir taş hareketsiz dururken onu alır yukarılara taşırsanız, ona potansiyel enerji verirseniz harekete geçmeye hazır hale gelir. Yapabileceği sadece sizin ona verdiğiniz potansiyel enerji kadardır. Eski durumu ile yeni durumu arasında potansiyel enerji kadar fark vardır. Bu farkı kullanıncaya kadar hareketine devam eder.
Bu fark sıfırlanınca durur.
Dengeye gelir.
Hareketsiz kalır.
Ölür.
Tüm metaller arasında bir potansiyel enerji farkı vardır. Bu fark onların farklı olmalarının doğal sonucudur. Ancak aynı metaller arasında potansiyel enerji farkı yoktur. Bu farkı biz pil yaparak, akü yaparak değerlendiriyoruz.
Aslında pil de, akü de bizim için bir enerji üretmiyor. Onlar aralarındaki farklı bir yol bulunca aralarında hareket ettiriyorlar, fark bitince duruyorlar. Yaşam bu hareket ile başlıyor. Bu akış devam ettikçe onlar için yaşam var, canlılık var.
Ne zaman aralarındaki fark dengeleniyor, işte o zaman pil de bitiyor.
Sessizlik başlıyor.
Hareketsizlik başlıyor.
Sonsuzluk başlıyor.
Ölüm başlıyor.
Pil bitmiş, akü tükenmiş oluyor.
ATILIYORLAR!
O zaman başta dediğimiz gibi dengesizliğimizi arttıracak bir şeyler yapmalıyız. Hepimizin yaşam enerjisi dediğimiz bir potansiyelimiz var. Bu potansiyel enerjimiz oldukça yaşamaya devam edeceğiz, hareket etmeye nefes almaya devam edeceğiz. Potansiyel enerjimiz bittiğinde, enerjimizi bitirip sıfırladığımızda, dengeye geldiğimizde ise öleceğiz.
Yaşamaya devam etmeye direnecek enerji katmalıyız yaşamımıza. Bize verilen ömre, taşıdığımız potansiyel enerjiye bir şeyler katmaya çalışmalıyız.
Yaşamımıza katacağımız keyifler,
Yaşamımıza katacağımız heyecanlar,
Yaşamımıza katacağımız sevinçler bizim dengesizliğimizi arttırır, yaşam enerjimizi arttırır, potansiyel enerjimizi arttırır.
Aşk devam eder nefes aldıkça,
Dostluk devam eder nefes aldıkça,
İnsanlık devam eder nefes aldıkça,
Bize enerji verenlere saygımız artar nefes aldıkça,
Hepimiz bizim dengesizliğimizi arttıracak bir şeyler bulmalıyız, bir aşk, bir iş, bir uğraş, yaşamın içinde bir şey bulmalıyız.
Yaşamımıza katacağımız kaliteli dengesizlikler karşılıklı kazanılan ömürdür.
Haftaya buluşalım.
22.4.2010

EMEK KUTSALDIR,

Siyasetin her açılımında ve kitabi olsun olmasın tüm din ve inançlarda ya açıkça ya da dolaylı olarak insanın kendi aklının ve emeğinin ürettiği her şeye saygı duyulur.
Siyasi yelpazenin soluna doğru olanlar siyasi alt yapılarını emek ve artı değerin “üreten” lehine dengelenmesi üzerine konumlandırmışlardır. Bunun dışındakiler ise direkt söylemek yerine yanlış anlaşılma korkusu yüzünden konunun etrafında dolaşmışlardır. Bir adım gerisine gidersek siyaset “üretim” üzerine kurulmuş ve üretimin çeşitli unsurlarını öne çıkartarak yapılmıştır tarih boyunca. Tarihi yanlışlığı burada yapmış olabilir miyiz diye düşünüyorum bazen, siyaseti üretim üzerine değil de toplum üzerine/ sosyal yaşam üzerine odaklandırsaydık ve buradaki soyut/izafi ve sadece burada geçerli eşitliği hayata geçirmeyi hedefleseydik neler olurdu?
Toplumcu yaklaşım biraz farklılaştırırdı ve asgari müşterek bulmamızı kolaylaştırırdı sanıyorum.
Siyasi bir tartışma veya bu kavramları tekrar uzun, uzun sizlerle paylaşıp siyasi felsefe yapma niyetinde değildim ama satırlara başlayınca ve konu emek olunda insanın kanı kaynıyor bir anda.
Emek kavramının tüm siyasi görüşlerde ve tüm inançlarda önemli, öncelikli ve saygın olduğunda tereddüdümüz yok. Yakın zamana kadar bu kavram sadece siyasi çağrışımlar yapardı beynimde. Bir bakıma bu kavram siyasi tavrımızın sevdasıydı, hassas noktasıydı. Buna karşın insan ilişkilerini bu kavram ile kavramayı, tanımlamayı ve önceliklendirmeyi hiç denememiştim. Bir sabah sohbetinde geçti konu. Anlamadım, kavramaya çalıştım ve emeğin artık tüm hayatımıza nasıl sızdığını keşfettim.
İnsan ilişkilerinin içinde belki herkesin bilip benim şu ana kadar atladığım bu “emek verme” farkı yerine ben ilişkilerin bedensel, ruhsal veya beyinsel olarak tanımlandığına inanıyordum. Çok sıkışılırsam kader ve benzeri kavramlarla açıkları giderip eksik nokta bırakmamaya çalışıyordum.
Tanımadan bile bir insanı kendimize yakın hissetmemizin. Tanımadığımız bir insandan hoşlanmamamızın içinde ruhların tanışıklığını bulmak kolay. Buna temas noktası diyelim. Temas noktası olmadan hiçbir şeyin başlangıcı tanımlanamaz. Temas noktası da yeterli değil ilişkiler de sürdürmek için “uyum” gerekli. İnsan ilişkilerinde ruh+ten+beyin üçlemesinin uyumu; ilişkileri geliştirir ve derinleştirir.
Uyum kelimesi ile kolayca tanımladığım bu noktada atladığım bir şeyler varmış, onu fark ettim. Uyum kendiliğinden oluşan ve ilişkileri derinleştiren bir süreç değil. Uyum bir “sonuç”muş. İlişkilerde gösterilen çabanın, verilen emeğin sonucu “uyum” çıkıyormuş ortaya.
İnsan ilişkilerinin her birinde;
Kadın / erkek,
Anne/ baba / evlat,
Kardeş,
Karı/ koca,
Arkadaş,
Dost,
Bazen hepsi bir kişi,
Her neyse sonuç olarak ilişkilerin her birinde bir taraf;
Başlaması için,
Derinleşmesi için,
Ortak noktaların öne çıkartarak ve her iki farklı hayatın aynı eksende buluşması için,
Ve aklıma gelmeyen pek çok şeyi ilişkinin sürdürülmesini sağlamak için EMEK harcar.
“uyun” denilen kavramı ilişkinin içine sokmak içindir bu “emek”.
Emek harcayan taraf bitmesini istemez bu ilişkinin,
Emek harcayan taraf özler,
Emek harcayan taraf merak eder,
Emek harcayan taraf korkar kaybetmekten.
İşte böyle bir fark varmış ilişkilerde emek harcayan ile o ilişkiyi yaşayan arasında.
Bu, biri daha az seviyor demek değil.
Bu, diğeri kolayca gider demek değil.
Bu bir görev paylaşımı.
Bu, iyi ve kötünün açıklaması değil,
Birinin diğerine üstünlüğü hiç değil,
Sadece ilişkilerdeki farlılıkların ve yaşadıklarımızın bir başka açıklaması, tanımlaması olabilir.
Bir nokta daha var, onu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Her iki tarafın emek harcamadığı ilişkiler de vardır.
Eğer varken paylaşıyor ve yokken eksikliğini hissetmiyorsanız,
Eğer yokluğu sizi acıtmıyorsa,
Eğer sadece varlığında mutlu iseniz,
Eğer yokluğunu beyninizle paylaşmıyorsanız,
Eğer bunların kim olduğunu hatırlamaya çalışıyorsanız
Bunlar emek harcanmayan ilişkilerdir. Öylesinedirler. Olmamaları eksikliktir ama varlıkları çözüm getirmez insan yaşamına. Sadece hoşluktur yaşama kattıkları.
İster siz emek harcayın ilişkiniz için,
İster emek harcansın ilişkiniz için,
Bunun önceliği yok, sadece ilişkinizde emek olup olmamasını önemi var.
Korkuları bu yok edebilir ancak.
İlişkilere bu yol gösterebilir bir yıldız gibi, bir pusula gibi.
Emeksiz evlat yetişmez,
Emeksiz yar olmaz,
Emeksiz dostluk lazım olduğunda bulunmaz.
Yaşamınızda emek hep olsun dilerim. Hadi bakalım, bu haftalık ta bu kadar haftaya görüşmek üzere efendim.16.11.2006

GÜÇSÜZLÜK,

Eski ve bildik bir hikâye ile başlayalım bugün;
Bir laboratuarda deney yapılıyor. İçinde bir büyük ve çokça küçük balığın olduğu kocaman bir akvaryum konuyor. Haliyle, büyük olan acıktıkça küçükleri yiyor...
Daha sonra akvaryumun ortasına dikey bir cam yerleştiriliyor böylece akvaryum ikiye ayrılıyor. Büyük balık bir tarafa küçük balıklar da diğer tarafa yerleştiriliyor. Büyük balık cam bölmeyi geçmek ve küçük balıkları yemek için defalarca deneme yapıyor. Bu durum tam 28 saat boyunca sürüyor. 28 saatin sonunda büyük balık artık diğer tarafa geçmek için mücadele etmeyi bırakıyor.
Deneyin sonunda cam bölme kaldırılıyor. O da ne!!! Büyük balık küçükleri yemek için hiçbir hamle yapmıyor. Saatler geçtiği halde onları yemediği görülüyor. Buna psikolojide "Öğrenilmiş Güçsüzlük" deniyor.
İstatistiklere göre bir çocuk ergenlik yaşına gelinceye kadar ortalama 148.000 defa anne babasının, "yapma; elleme, dokunma," gibi sözlerini duyuyormuş. Böyle olunca da çocukta büyüyünce "yapamama", "edememe" özellikleri gelişiyor ve özgüvenini yitiriyormuş.
Bizler de yapamayacağımızı, beceremeyeceğimizi, dökeceğimizi, düşeceğimizi, unutacağımızı öğrenerek büyüdük.
Bizler de yapamayacağını, beceremeyeceğini, dökeceğini, düşeceğini, unutacağını öğreterek büyütüyoruz çocuklarımızı.
Dayanamıyoruz elbisesini çıkartırken zorlanan kızımıza ve bir ucundan tutuyoruz yardımımız olsun diye, aslında güçsüzlüğü öğretimizi bilmeden,
Döker diye eline verip taşıtamıyoruz bir bardak suyu, aslında güçsüzlüğü öğretiyoruz bilmeden,
Kapının önünde oğlumuzun kendi kendine montunu giyerken debelenmesine, ayakkabı giyerken çabalamasına tahammül edemiyor giydiriveriyoruz söylenerek, aslında güçsüzlüğü öğretiyoruz bilmeden.
Hepimiz buna benzer pek çok olay yaşamıyor muyuz?
Çocuklarımızın oyunların içine gizledikleri öğrenme zamanlarına sadece kendi işlerimiz nedeniyle tecavüz etmiyor muyuz?
Becerebilmeyi öğrendikleri kısacık oyun zamanlarına tahammül edemeyip güçsüzleştirdiğimiz çocuklarımızın özde güçsüzlüğü bizleri sonsuza kadar üzmeyecek mi?
Bencilce sadece o anı kurtarmak için kullandığımız oyun zamanları ile bir nesli kaybettiğimizi bilmemek; asıl güçsüzlüğümüz burada değil mi?

Yaşamın kendisini öğretemeden,
Yaşamın içindeki kendi başına becerebilmenin onurunu yaşatmadan,
Koruduğumuzu sanarak savunmasız bir şekilde bırakıyoruz evlatlarımızı kocaman bir dünyanın ortasına.
Güçsüzlüğü bir önceki nesilden daha etkin öğrenmiş, beceriyi kazanmak sanan bir eğitimin içinde buluyor kendini.
Yaşamının tümünde özgüvenli, güçlü olmak yerine başarılı olmayı ve eksikliğini bildiği güçsüzlüğünü kapatacak birini bularak bir takım olmayı beklediği iş ve sosyal hayat içinde sürdürüyor yaşamını.
Ve;
Kendi güçsüzlüğünden kaynaklı değiştiremiyor inandıklarını,
Kendi güçsüzlüğünden kaynaklı değiştiremiyor peşinden gittiklerini,
Kendi güçsüzlüğünden kaynaklı değiştiremiyor alıştıklarını,
Kendi güçsüzlüğünden kaynaklı paylaşamıyor yanlışları sahipleriyle,
Kendi güçsüzlüğünden kaynaklı sadece kazanmayı seviyor sadece,
Kendi güçsüzlüğünden kaynaklı iç dünyamızı kapatıyoruz, kapanıyoruz,
Ve Sonunda Hepimiz;
Öğrendiğimiz güçsüzlüğü devam edersek öğretmeye,
Toplumsal güçsüzlüğümüzü kader gibi virüs gibi taşırsak sonsuza.
İşte o zaman, değişemez liderler,
İşte o zaman değişemez başkanlar,
İşte o zaman değişemez saltanatlar,
İşte o zaman değişemez yaşamlar,
İşte o zaman değişemez yarınlar
Yaşamınızın içindeki öğrendiğimiz bir güçsüzlüğü yenmeye çalışalım,
Biz bilmesekte,
Biz görmesekte,
Biz yaşamasakta
Bu yendiğimiz güçsüzlüklerimiz toplanır yarına bir miras olur.
Haftaya görüşmek dileğiyle.(29.4.2010)

HER GÜN BAYRAM,

Evet,
Her günü bayram olan şanslı insanlar da var bu dünyada.
Neden bu ayrıcalık sadece delilere sunuldu,
Neden atalarımız bu ayrıcalığı delilere tanıdı,
Hiç anlamıyorum.
Kıskanıyorum aslında.
Her günü bayram coşkusu ve keyfiye yaşamak yerine,
Hep yarın için yapılabilecek bir şeylerin telaşında olmak,
Hatta bunu;
Yaşamın tadını damağımızda yarın hissedebilme beklentisi ile yapmak,
Ve Bayram tadında günler için bu eziyete katlanmak,
Normal oluyor da,
Bunları yapanlara normal insan deniyor da.
Her günü bayram neşesinde geçirenlere deli deniyor.
Bu size akıllıca geliyor mu?
Evet, başta da söylediğim gibi bana normal gelmiyor ve hatta beni kıskandırıyor.
Yaşam tarzı ve yaşama dair öncelikler hakkında aklıma gelen şu hikâyeyi paylaşarak delilik tercihini kendinize bırakacağım.
Küçük bir balıkçı kasabasına sakin bir tatil amacıyla oldukça zengin bir iş adamı gelir. Çevresindeki insanlardan, kalabalıktan, iş stresinden bunalmış olduğu için bu sakin balıkçı kasabasında tatilini geçirmeye karar vermiştir. Vaktini aylak, aylak gezinerek ve her fırsatta karşılaştığı insanlarla sohbet ederek geçirmektedir. Tatilini geçirirken tecrübelerini çevresi ile paylaşmaya ve insanların ufuklarını genişletmeye özen göstermektedir.
Sohbetlerden biri şu şekilde gelişmiştir.
Kayıkçının birine işlerin nasıl gittiğini sorar. Kayıkçı iyi olduğunu, her gün ailesi ile tüketebilecekleri kadar balık tuttuğunu ayrıca alışveriş için gerekirse bir miktar fazla tutarak ailesinin ihtiyaçlarını karşıladığını ve bu şekilde hayatını sürdürdüğünü anlatır. Kalan zamanında gününü nasıl geçirdiğini soran iş adamına balıkçı şu cevabı verir. Ailemle geçiriyorum, çocuklarımın büyümesini onlarla birlikte yaşıyorum ve kalan vakitlerimi dostlarım ile sevdiklerimle paylaşıyorum demiş.
İş adamı oldukça emin bir tavırla balıkçının vizyonunu değiştirecek ona yeni ufuklar açacak kendi tecrübelerini paylaşmaya karar vermiş, başlamış anlatmaya.
Bak demiş; böyle yaşam bitmez. Öyle ihtiyacın kadar balık tutmakla olmaz bu iş. Günlük çalışma zamanında tembellik olmaz. Tüm mesaini balık tutmak ile geçirmelisin.
Kayıkçı; e sonra der.
Tutabileceğin kadar çok balık tutmalısın. İhtiyacın olanından fazlasını satıp para biriktirmelisin.
Kayıkçı; e sonra der.
Bu dönemi oldukça tasarruflu olmalısın. Önce daha büyük bir tekne almalısın.
Kayıkçı; e sonra der.
Her zaman balıkları taze, taze satamama riskini devre dışı bırakmak için bir buzhane yaptırmalısın.
Kayıkçı; e sonra der.
Biraz daha büyük tekne hatta teknelerin olmalı.
Kayıkçı; e sonra der.
İleride mutlaka balıkları işleyip ürün haline getirecek bir fabrika hedeflemelisin.
Kayıkçı; e sonra der.
Sonrası yok, profesyonellere şirketi devredecek ve benim gibi küçük şirin bir kıyı kasabasında keyifli bir tatil yaparsın, dedikten sonra.
Kayıkçı; özür dilerin ama ben zaten küçük, şirin bir kıyı kasabasında keyifli bir yaşam sürüyorum der.
Her günü bayram olan kayıkçı ömrünün sonunda bayram yapabilme ümidiyle niye yaşasın ki?
Bu haftalık ta bu kadar efendim, bu arada geçmiş bayramınızı kutlarım, delilerle eşit olduğumuz bu nadir günlerin tadını çıkartalım.
20.10.2006

Hey öz-gür-lük,

Tiziano Terzani'nin “Atlıkarıncada Bir Tur Daha” adlı kitabında yazan aşağıdaki küçük hikâyeyi bir yazıda okuyunca kafam karıştı. Kendi adıma şimdiye kadar hiç net olarak çözümleyemediğim, ayrıştıramadığım “özgürlüğü” okuduğum bu küçük öykü ile yeniden şekillendirdim. Bunu da sizlerle birlikte tekrar, yeniden açmak istedim.
Adamın biri bilge bir kral olmakla ün salmış kralın yanına gider. Krala şunu sorar:
"Efendim söyleyin bana hayatta özgürlük var mıdır?"
Kral "Elbette" der. "Kaç bacağın var senin?"
Adam soruya şaşırarak "İki efendim" der.
Kral, "Pekâlâ, tek bacağının üstünde durabilir misin?"
"Elbette" diye cevap verir adam.
Kral "O halde hangi bacağın üstünde duracağına karar ver".
Adam biraz düşünür ve sol bacağı üstünde durmaya karar verir.
"Tamam" der kral "Şimdi de öteki bacağını kaldır."
Adam şaşırır "Bu imkânsız kralım" der.
"Gördün mü?" der kral " Özgürlük budur. Sadece ilk kararı almakta özgürsün. Ondan sonrasında değil."
Şimdi, şu andan itibaren yeni bir şekil aldı özgürlük beynimin içinde. Yaşamımda özgürce aldığım kararlar ve özgürce aldığım kararların devamında yaşadığım zorunluluklar. Özgürlüğü hazmedebilmek ve özgür kararlarım ile sonucunda yaşadığım kaçınılmaz sonlarını ayrıştırmak amacım.
Özgürlüğümüzün alındığını, bize dayatıldığını düşündüğümüz pek çok kararın veya durumun aslında daha önce aldığımız özgür kararların sonucu olduğunu görünce irkildim.
Yaşam ile sen bir oyun oynamaya başlıyorsunuz. Tüm ömrünüz boyunca. Yaşam kendisine öyle güveniyor ki her zaman ilk hamleyi bize veriyor. Her zaman bizim hamlemizden sonra oyuna başlıyoruz. Sıra ile hamleler devam ediyor. Kendi tercihlerimizle “özgürce” yaptığınız birkaç hamleden sonra özgürlüğünüzü kaybediyorsunuz. O ana kadar yaptığınız özgürce hamlelerin sonucunda gelen şartlar sizin seçeneğinizi oynayabileceğiniz sonsuz adet hamleden alıp birkaç adete kilitliyor. Hatta oyunun belli bölümünden sonra hep başlangıçta yaptığınız özgür hamlelerin sonucu zorunlu hamlelerle oyuna devam ediyorsunuz. Bu son zorunlu hamleler size yaşamın bir dayatması değil, sizin şimdiye kadar yaptığınız hamlelerin sonucu.
Bu noktada cesaretiniz var ise oyunu bozabilir, yeni bir oyuna başlayabilirisiniz.
Özgürce seçtiğiniz işin size uygun olmadığı fark edip yeni bir başlangıca yelken açabilmek,
Özgürce seçtiğiniz birlikteliklerinizi bitirebilmek,
Özgürce seçtiğiniz yaşam sitilini, kesip başka bir tercihe yeniden başlayabilmek cesaretiniz varsa oyuna yeniden başlayabilir, yine yeniden özgür hamleler yapabilirsiniz. Belki ilk oyunun yanlış saydığınız hamlelerinin birkaçını yapmayacaksınız belki bu oyunda ama unutmayın doğru diye yaptığınız birkaç hamleden sonra bu oyuna aid zorunlu hamleler sizi kısıtlamaya başlayacak. Seçeneksizleşmeye başlayacaksınız. Bazen kelimesizleştiğimiz gibi.
Yeni oyunlar eskidikçe alınan kararlar bir önceki kararların uzantısı olacak. Sonuç her zaman sorunlu kararların sonrasında oluşacak. Ya da sonucu her zaman başta verdiğimiz özgür kararların gölgesinde belirlemek zorunda kalacağız.
İşte özgürlük buradan bakınca da böyle görünüyor. Karaları hep biz alıyoruz. Kararlarımız almak için kimse beynimize silah dayamıyor. Kararlarımızı almadan önce önümüzdeki seçeneklerden birini seçme özgürlüğümüz her zaman var. Sorun kararımızı alırken önümüze daha önce aldığımız kararlar sırasında erken kullandığımız jokerler nedeniyle azalan seçenekler. Ve bir sonraki kararda yine azalacak olan seçenekler. Bir noktadan sonra hep tek seçenek gelmeye başlıyor önümüze. Özgürce o bir seçeneği seçiyoruz.
Jokerlerimizi ne kadar erken bitirmişsek, seçeneklerimizi ne kadar kolay ve çabuk harcamışsak tek seçeneği seçme özgürlüğümüze o kadar erken başlıyoruz.
Önümüzde seçme için seçeneklerimizin çok olduğu, yaşamın, çevrenin, şartların elimizden seçeneklerimizi almadığı bir dünya buluncaya kadar jokerlerimizi kolay harcamayalım.
Bu haftalıkta bu kadar dostlar, haftaya buluşmak dileği ile. 12.7.2007

Bugün sevmek ile ilgili bir kaç satır karalamak ve bunu sizlerle paylaşmak istiyorum sakince, kimse duymadan.
Bu arada, her Salı buluşmamızın sonrasında bu satırları okuyan tanıdık ve tanımadık dostlarımın yorum ve eleştirilerini alıyorum- şifahi ve elektronik posta ( ailhanduzgun@gmail.com) kanalıyla-. O noktadan sonra bu işin keyfi beni sarmaya başladı. Teşekkür ederim.
Karşınızdaki insana;
“seni güzel gözlerin için seviyorum” derseniz,
“çok akıllısın sana bu yüzden aşığım” derseniz,
“beni en iyi sen alıyorsun seni bunun için seviyorum” derseniz,
“sen çok güçlü bir insansın seni bunu için seviyorum” derseniz,
veya benzeri bir iltifat ile ilan-ı aşk ederseniz ,
İster erkek olsun ister kadın olsun O’nu mutlaka memnun edecektir bu sözler ve size karşı duyguları biraz daha yoğunlacaktır. Bağlılığı , sizinle ilgili düşünceleri daha netleşecektir. Sevmenin ve seviliyor olmanın mutluluğu ile yaşamının şanslı olduğunu düşündüğü bu dönemin tadını çıkaracaktır.
Ancak birine “ seni HİÇ BİR ŞEYİN İÇİN SEVMİYORUM “ dediniz mi, okkalı bir tokat yeme ihtimaliniz vardır en azından devamını anlatmaya fırsat bulamasınız, çeker gider.
Bir insanı bir şeyi için sevmek biraz egoistçe değil mi sizce?
Veya biraz ticari değil mi?
Alış veriş gibi;
O’nun beğendiğiniz güzelliği var ise siz de O’na sevginizi sunuyorsunuz. Fakat ertesi günü sizi berber tutan, sevme nedeniniz olan BEĞENİLEN GÜZELLİK yok oluverirse ne yapacaksınız?????
Ne diyeceksiniz ertesi sabah bir gün önce bir şeyi için sevdiğinizi düşündüğünüz insana,
Ne diyeceksiniz karşısına geçip?
Bir insanı bir şeyi için sevmek.Bu biraz beni rahatsız ediyor.
Sevgilinizi bir şeyi için sevmek yerine O’nu sevmek
Yani:
Şimdiye kadar yaşadığı sıkıntı ve güzelliklerle,
Şimdiye kadar yaşadığı aşk ve avrılıklarla,
Şimdiye kadar yaşadığı hayatın tamamı ile,
Ve görüntüsüyle
Bunların tamamıyla sizin sevdiğiniz “O” olduğunu unutmamak. O’nun bir şeyinin değil “O’nun her şeyinin” sizin O’nu sevmenize neden olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Özetle siz O’nu “hiçbir şeyi için değil” siz O’nu seviyorsunuz her şeyiyle!
Sevginin küçük detaylara değil çok büyük –hatta bazen tamamını bile göremeyeceğimiz kadar büyük - nedenleri olduğunu hatırlamak ve böyle yaşamak ne güzel. Bir hikaye vardır bunları paylaşınca o geldi aklıma.
Hikaye şöyle;
Saat 8:30'da, seksenlerinde, yaşlı bir adam başparmağındaki dikişleri aldırmak üzere poliklinikten içeri girdi. Çok acelesi olduğunu söyledi, çünkü saat tam 9:00'da bir randevusu varmış. Tedavisinin bitmesi ve onun söylediği yere ulaşması en azından bir saat sürerdi. Yaranın pansumanı sırasında konuşmaya başladık. Bu denli acelesi olduğuna göre önemli birisiyle mi randevusu olduğunu sordum.
Bana bakımevine gidip eşiyle kahvaltı etmek için acelesi olduğunu söyledi. O zaman eşinin sağlığının nasıl olduğunu sordum.
Eşinin orada uzun bir süredir kaldığını ve Alzheimer hastalığının bir kurbanı olduğunu anlattı.
Geç kalmış olmasından dolayı "Acaba eşiniz endişe duyar mı?" diye sordum.
Bana beş yıldan bu yana onun kim olduğunu bile bilmediğini ve kendisini tanımadığını söyledi.
Şaşırmıştım, "Sizi tanımadığı halde yine de her sabah onu görmeye mi gidiyorsunuz?" diye sordum.
Elimi okşayarak gülümsedi.
"O beni tanımıyor ama ben hâlâ onun kim olduğunu
biliyorum" dedi.
Hiçbir şeyi için sevmediğimiz sevgilerimiz ve dostlarımız ile uzun yıllar yaşamak dileği ile iyi haftalar efendim.
Haftaya görüşmek ümidiyle. 6.4.2006

İlk yazımdan bu geçen haftaki yazıma kadar bir değerlendirme yaptım zihnimde, yaşamlarımızı esas alan, yaşamların ortasındaki insanı esas alan ve bu esaslar içindeki kendi algılamamı, yaklaşımlarımı sizlerle paylaşmaya çalışmışım.
Davranışlarımızdaki bencilliğimizi algılamaya çalışıyorum şu sıralar. Her birimiz Dünya’nın kendi çevremizde döndüğünü sanıyoruz veya bizim çevremizde dönüyormuş gibi davranıyoruz . aslında biliyoruz ki Dünya kendi etrafında dönmekte  .
Bir de yaşamımız içindeki hayatların içindeki BİZ de duruma göre değişme uğramıyor mu çoğu zaman. Metamorfoza uğruyoruz, neredeyse kişilik değiştiriyoruz. Tanıdığımız BİZ’leri tanıyamaz oluyoruz, şaşırıyoruz.

Benzer olaylara karşısında bezen konum farkının getirdiği farklılık ile farklı davranıyoruz. İmkan olmadığı için aynı olayı aynı kişiye farklı iki konumda yaşatamıyoruz ve davranışlarını ölçemiyoruz ama benzer olaylar ile bu tanımlamayı yapabiliriz tabi?
Trafikteki bir olaya sürücü iken gösterdiğimiz tepki ile yaya olarak gösterdiğimiz tepki farklı. Her ikisinde de BİZ haklıyız çünkü olay aynı olay olsa bile bizim konumumuz farklı ise bu iki olay aynı değildir BİZ’e göre. Sonuçta aynı olay değildir ve her iki olay da farklı konumlardaki BİZ’e göre şekillenmeli. Merkez biz olmalıyız.

Yine benzer olaylara bazen farklı ruh hali ile karşı karşıya geliyor isek yine farklı yaklaşımlar sergiliyoruz. Yine imkan yok ki aynı olayı farklı ruh hali ile yaşatıp kanıtlayalım kendimize farklı davrandığımızı.
Yine trafikte sürücü olalım, bir yere gideceğiz ve zamanımız fazla. Kırmızı ışık bizi kızdırmaz, öndeki sürücünün yavaş gitmesi bizi kızdırmaz, arkadan gelip yolu açmamızı isteyen sürücü hakkında hız ve seyir ile ilgili tüm kurallarını hatırlatmak isteriz içimizden veya kendi kendimize söylenerek. Peki aynı sürücü yine aynı trafik şartlarında olsa ama bir toplantıya gitmek için zaman problemi olsa böyle mi davranır veya böyle mi davranıyoruz. Kırmızıda değil mutlaka sarıda geçmişizdir, kırmızı ışık sürelerini bir kez daha düzenlemeliyiz, önümüzde seyir eden başka sürücünün yolu açmasını isteriz çünkü trafiği aksatacak kadar yavaş gidilmez ortalama hıza uymalıdır herkes, kısaca bu farklı yaklaşımları sergilemiyor muyuz?
Üstelik bu farklı davranışlarımızın her birini ayrı zamanlarda savunuyoruz, çevremizde farklı davranışlar var ise uymayanları eleştiriyoruz ve bizim düşündüğümüz gibi olmalarına çabalıyoruz her zaman. Hem çalışıyor, hem zorluyor, olmaz ise de yargılıyoruz ve eleştiriyoruz ve anlaşılmadığımızı düşünmüyor muyuz?
Yargılama ve eleştiri, gücümüzün etkinliği de; bireysel gücümüz ile doğrudan ilgili.
Yaşamlarımız içindeki hayatlarımız geçirdiğimiz toplum içerisinde yorum farklılıklarımız ile oluşan farklı BİZ’leri kaçırmamak, farkında olmak lazım,
Ruh halimize, o anki isteklerimize, ihtiyaçlarımızın önceliğine bağlı olarak geçirdiğimiz metamorfozu yakalamak lazım.
Bu farklı duygu ve düşünceler içinde veya farklı konumlarda iken bencilce gösterdiğimiz bu yaklaşım İNSAN olmamız ile tanımlanabilir sadece.
Evet böyle yaşayacağız, bir makine gibi her zaman aynı davranışı sergilemeyeceğiz mutlaka ve bencilce dünyayı etrafımızda döndürmeye çalışacağız.
Dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü varsayarak; diğer yaşamları ve diğer yaşamlardaki hayatları, kendi yaşamımızın ve yaşadığımız hayatımızın özelinde düzenlemeye çabalayacağız .
Ev hayatındaki BİZ ile iş hayatındaki BİZ farklı olacak elbette, farklı hayatlar değil mi neticede.
Hoşgörümüz de, sevecenliğimiz de, misafirperverliğimiz de günden güne, ruh halimiz bağlı olarak değişmiyor mu aynı hayat içinde bile?
Evet farlı davranışlarımız olacak, farklı olacak tavırlarımız, evet biz insanız ve her olayı kendi şartlarında yorumlayacağız ama bunun “farkında olmamız”, farklılığımızı davranışlar içinde olduğumuzu “fark etmemiz” gerekiyor. Tepkilerimizi koyarken, tavırlarımızı sergilerken bulunduğumuz tarafa göre olmamalı tarz, şiddet ve yöntem. Yarın bir başka konumda ve şartta karşı tarafta kalırsak ve tavır koymamız, tepki göstermemiz gerekir ise utanmayalım kendimizden. Kantarın topuzunu kaçırmayalım bir şeyleri savunurken, gemileri yakmayalım. Sonradan açacağımız bir kapıyı çarparak çıkmayalım odadan, böyle daha İNSAN olur insan
Haftaya görüşmek üzere efendim.
18.05.2006

İnsanlığımızın oranı!

Matematiksel olarak bir formül arayışı içinde değiliz elbette. İnsanlar arasında ilk günden bugüne insandan insana değişen ırk, sınıf, din, soy, siyasi tavır ve benzeri terazisi olmayan pek çok tanıma, pek çok ayrışma ve çatışma gerekçesine bir yenisini eklemek çabasında da değiliz.
Kendi içimizde şimdiye kadar yaşadığımız var olan bir çatışmanın analiz çabasıdır sadece yazmaya çalıştıklarımız.
Artan toplumsal yaşam, kendini korumak ve devamlılığını sürdürmek için düzene ihtiyaç duyar. Bu düzen dediğimiz, herkesin uymak zorunda olduğu kurallar yüzünden kafamızdaki özgür, doğal ve ilkel yaşamı sürdürme imkânımızı kısıtlanır, bazılarına göre de yok eder. Zamanla kafamızdaki yaşam ile gerçek yaşam arasında farkların oluşmasına neden olur.
Artık toplumsal kabuller, toplumsal yaptırımlar vardır. Bu kurallar ve yaptırımlara zaman, zaman katılmasak bile birlikte yaşamın bir sonucu olarak uymak zorunda kalırız. Özgürlüğünüz bile sizinle değil başkalarının özgürlükleri ile tanımlanmaya başlar. Aklımızdaki yaşam ile gerçek hayattaki yaşam ciddi olarak farklılaşmaya başlamıştır. Katlanmalar artmış, hoşgörü ve empati kavramları bir zorunluluk olarak yaşamımıza dibine kadar girmiştir. Yalnızlaşmaya başladığımız bu anlarda kendimiz gibi düşünenleri, aklımızdakileri rahatça konuşabileceğimiz, paylaşabileceğimiz birilerini aramaya başlarız. Bu ilkel yaşama, ilkel yaşamın sadeliğine özlemdir aslında. Yıldızlara da ulaşamazsınız ama gitmeyi düşlersiniz geceleri gökyüzüne bakarken. Benzer düşüncede olan insanların bir arada olmaları insanların kendilerine ve yaşama karşı güvenlerini arttırır. Kafamızdaki yaşam ile yaşantımız arasındaki farkı azalma içgüdüsü sonucu ortak düşünceye sahip olduklarımız ile birlikte olmaya ve birlikte hareket etmeye çalışırız.
Bizim gibi düşünenlerle birlikte olmak; bu dünyada yalnız olmadığımızı bile bize hissettirmesi açısından bizim için son derece önemlidir. Beraberken herkesin bizim gibi düşündüğüne bile inandırabiliriz kendimizi zaman, zaman.
Bu ortak tavır, birlikte zaman geçirme nedenimiz;
Bazen tenimizin rengi
Bazen siyasi tavrımız,
Bazen yaşam stilimiz,
Bazen dinimiz,
Bazen soyumuz,
Bazen takımımız,
Bazen şirketimiz ve buna benzer ortak paranteze alınabilecek herhangi bir şey olabilir.
Bu ortak lisan oluşturma çabaları ve tüm dünyayı bu ortak parantezin içinde sanmak insanlardaki demokratik olma ihtiyacını da yok eder. Bu ortak parantezin içinde yaşananlar ve birlikte paylaşılanlar hedef olarak herkesi bu ortak paranteze sokmak olursa, toplumsal yaşam için tehlikeli bir birliktelikten bahsediyoruzdur. Aklımızdan geçenler ile toplumsal zorunluluklar nedeniyle gerçek yaşamda yapamadıklarımızı yapmaya başlama noktasıdır bu nokta.
Amacımız bu farklılıklarımızı bu tür noktalara, birlikteliklere taşımadan ortak doku içinde yaşamayı becerebilmek olmalıdır. Aklımızdan geçenler ile yaşam içindeki tavırlarımızın farklılığını azaltarak toplumsallaşmak, demokratikleşmek, farklılıkları ise doğal ve birlikte yaşamın bir gereği olarak kabullenebilmektir.
Toplumsal yaşamın ve birlikte olmanın tüm gereklerini yerine getirirken, bunu bir yaşam tarzı olarak, toplusal yaşamın gerekleri ile barışık olarak mı yapıyoruz, yoksa bu davranış ve düşünceler bize hiç uymadığı halde toplumsal yaşamın zorunluluklarını mı yerine getiriyoruz. Bu ikisi arasındaki farkın azalması medeniyeti ve ilkel insanın huzurunu bize sağlar, artması ise uzaklaştırır.
Bir şeker hastasının şeker ile ilişkisi genel olarak aşağıdaki farklılıkları gösterir.
1-Yaşamlarından şekeri atıp, onu özleyerek yaşamak ve ara sıra – kimse görmeden- kaçamaklar yapıp kuralları çiğneyerek ve bunu kimseye belli etmemeye çalışarak yaşamak,
2-Yaşamlarından şekeri atıp, onun yerine başka şeyler koyarak yaşamını tatlandırmak. Şekeri bilinen hastalık nedeni olan tadı yerine onu yaşamın gerçek tadı olarak tanımlamak. Özleyerek ve bir gün yemeyi planlayarak değil, yaşamını onsuz tatlandırarak ve bunu yaşamın kendisi kabul ederek yaşamak. Bu tür yaşamın içinde hasret ve özlem insanın içini kemirmez, iç çelişkiler yaşanmaz ve utanılmaz düşünülenlerden.
3-Veya ret etmek hastalığı. Protest yaşamı tercih etmek. Bu cesaret işidir. Bu tür yaşabilenler ve aklındaki yaşamı her şeyi ile gerçek yaşama dahil edenleri cesaretlerinden ve sıra dışılıklarından dolayı kutluyorum. Bu tür insanlar toplumsal yaşam içinde ya yok olurlar yada altını üstüne getirirler. Onlar özel insanlardır ve her biri bir şekilde liderdir yaşadıkları toplumda.
Son iki alternatifte bir dürüstlük var, tutarlılık var, olduğun gibi görünmek var. Birisinde yaşamın doğal, herkes tarafından bilinen apaçık ve toplumsal yaşamı zedelemeyen bir tavır diğerinde kural dışılık var, protest yaşam ve anarşizim var. Arasındaki fark malum!
İlk tavırda ise biz, yani büyük çoğunluk var. Düşündükleri ile yaşadıkları arasındaki farkı bir ömür boyu içlerinde taşıyanlar var. Bizi geren, strese sokan yapamamanın, hatta bunu söyleyememenin ikiyüzlülüğü var. Kimsenin görmediği bir anda bu kuralı çiğneme potansiyeli var. Tahriklere açık bir taraf var. Bu farkın büyüdüğü ve derinleştiği toplumların kırılma noktasını oluşturacak kadar tehlikeli bir toplumsal histerinin alt yapısı bile olabilir.
Yaşamımızda biz de buna yakın üç tür davranış sergileriz.
Yapabildiklerimizin aklımızdan geçenlere oranı; işte insanlığımızın oranı budur.
Bu oranı biz bilebiliriz ve ancak biz hesaplayabiliriz. Bu oran bizi tanıyanları şaşırtacak kadar küçük olmamalı. İçimizde yaşadıklarımız ile gerçek hayattaki biz arasındaki farklılık çevremizde bizi tanıyanları yanıltmamalı. Kendimizi ehlileştirerek kontrol altında tutabiliriz ve aradaki farkı azaltabiliriz.
Bu haftalıkta bu kadar haftaya görüşmek üzere efendim. 30.4.2007

Dünya tarihi içindeki dünya liderlerine bakarak ortak bir liderlik tanımı çıkarılamıyor.
Kimi sakince beklemiş çalışmalarını ve gayretini bunun üzerine kullanmış ama sistem ile kavga etmemiş. Yeteneklerini sergilemek uygun ortamı sabırla beklemiş ve hedefe bundan sonra ulaşmış.
Kimi sakince ama inatla taraf olmuş, kavga etmemiş, sessizliğini ve inadını hedefe kilitlemiş. Hayatın içinde kavgaya sakince nasıl karşı konulur öğretmiş ve tavrı öğreti olmuş.
Kimi herkesin hayır dediğine, herkesin ortasında evet demiş, riskinin ödülünü almış. Kavga ve zafer yaşam tarzı olmuş.
Kimi herkesin hayır dediğine, olmaz dediğine olur demiş. Hiç kavgayı göze almamış ve ikna ederek sonuca varmış. Sözleri öğreti olmuş.
Pek çok örnek sayılabilir. Hatta hiçbir liderin tarzı bir başkası ile tam örtüşmediği için belki de lider sayısı kadar tarz vardır desek daha uygun olacak. Liderlerin hepsinin hayatı zaferlerle ve başarı hikâyeleri ile doludur doğal olarak.
Bizlerden farklı bir yanları olmalı mutlaka.
Bizlerden daha çok risk almayı göze almışlardır mutlaka.
Hiç birimizin kaybetmeyi göze alamayacağı bir şeyleri kaybetmeyi kabullenmiştir mutlaka.
Sonuçta;
Farklılıkları,
Riskleri alma cesaretleri,
Hedefe kilitlemişlikleri,
Almayı istedikleri olmadığı zaman yaşamaktan bile vazgeçebilecek cesaretleri,
ONLARA LİDERLİĞİ SUNMUŞTUR.
Başarılarını vermeye hazır olduğu değerlerle almıştır özet olarak.
Herkesin kaybetmeyi göze alamadığını kaybetmeye göze almadan, herkesin yapamayacağı yapılamaz.
Bütün liderlik hikâyelerinin özetinde bu yatıyor bana göre. Liderlerin yaptıklarını, yapmak istediklerini, yaşanan sıkıntılara karşılık yapılacakları pek çok kişi biliyor elbette, ama bunların hayata geçmesi için bir kişinin liderlik yapması gerekiyor. Bu bir kişi tüm bu bilenlerden farklı olarak kaybetmeyi göze alıyor ve bu farklılık onu lider yapıyor içinden çıktığı topluma. Kaybetmeyi göze alanların hepsi liderdir bana göre ama tarih böyle demiyor. Tarih bu kaybetmeyi göze alanların içinde kazananlara lider, diğerlerine hain diyor. Bir imkân olsa da tarihin hain dediklerinin yaşam hikâyelerini de bulup okuyabilsek. Kahramanların hayat hikâyelerine eklemeler yapılmış olabilir, iyi şeyler sonradan ona mal edilmiş olabilir. Ama hain dediklerimizin hayat hikâyelerine ilave yapılmamıştır en azından olumlu ilaveleri yoktur. Tarihe gör hainleri başarısızlıkları ve yapamadıkları çok net. Bizler de abartılı insanlar değiliz. Yaşamlarımızı sıradan insanlar olarak sakince sürdürmeye çalışıyoruz. Yaşamımızda hepimizin tıkandığımız noktalar olur. Bizler yaşam mücadelemiz içinde bildiklerimizin bize kattıklarını hayata uygulayabildiğimiz derece tıkanıklıkları aşar ve başarılı oluruz. Okuduklarımız bu nedenle önemlidir. Bu nedenle başarılı kahramanların hikâyelerini ben okumaktan o kadar keyif almıyorum.
Belki de kıskanıyorumdur kim bilir.
Belki de bu başarılar benim sıradan hayatıma fazla geliyordur kim bilir.
Belki de yapabileceğim küçük başarıları da engelliyordur bu kadar büyük başarılar kim bilir.
Belki de hayatın öbür yüzünü belki bu nedenle daha çok merak ediyorumdur kim bilir.

Eski Türk filmlerinin hikâyelerini bir gözümüzün önüne getirelim. Mutlaka bir konak vardır, mutlaka hizmetliler vardır, ihtişam vardır. Yaşamadığımız. Bilmediğimiz ama hep olduğunu varsaydığımız bir yaşam tarzı. Bizim hiç içinde olamayacağımızı bildiğimiz halde bu dönem sinemalara ailecek gittik. Sevindik, üzüldük, yaşamımızdaki sorunların dışına çıkarak seyrettiğimiz film sürecinde bir başka yaşamı paylaştık.
Sosyal içerikli filmler toplum içinde hiç bu kadar seyirci toplamadı. Hiç beklenildiği kadar yankı getirmedi. Seyredenler bu yaşamın içinden geliyordu da ondan. Zaten bildikleri bir yaşamı görmek için kim para verirdi. Kim çoluk çocuk bu filmi seyrederdi. Zaten filmde gösterilen gibi yaşanıyordu. O zaman seyretmeye değecek bir şey yoktu.

Kahramanların hayat hikâyeleri ve konakta yaşanan hayat biz sıradan insanlar için hep seyredilecek, ilgilenilecek konular olmuştur. Hainlerin hayat hikâyeleri, başarısız yaşam hikâyeleri ve sosyal içerikli filmler, biz sıradan insanların hayatlarını yansıtan bu hikâyeler asıl bizim ilgi alanımızda olmalı, okumalı seyretmeliyiz belki hatalarımızı bu yolla bulur, yapmamayı öğreniriz. Yapmamayı öğrendiklerimizin bize faydası yoksa bile bizden sonrakilere faydası olacaktır mutlaka.
Bunun için bizi hayal dünyasına sürükleyecek hiçbir şeye onay vermeyelim. Kısa süreli mutluluk veren her şey zararlıdır genel olarak. Kısa süre mutluluk vericiler için ister kimyasal olsun ister yaşamın içinde olsun mücadele edilmeli. Bizi yaşadığımız hayattan koparacak hiçbir şeyin peşinden koşmayalım.
Başarı ve başarısızlıkla dolu yaşamın gerçek mirasını bir sonraki nesile aktarmak için yaşamın içinde olalım. Başarıların nasıl başarıldığını, başarısızlıkların nasıl başarıya dönüşeceğini biz bulmadan bizden sonrakilere anlatamayız. Bir sonraki nesil için bundan başka bir miras düşünemiyorum toplumlar kalıcı olmak istiyorsa bunu becerebilmeli.
Bu haftalık ta bu kadar mesajlarınızı bekliyor bir sonraki hafta buluşmak üzere diyorum efendim.
29.07.2006

Kimse kendini bilmese?

Göremese kimse kendisini?
Küçük bir köpeğim var, adı fincan. Biraz yaygaracı ama sadece yanında ben varsam. Sanırım bana güveniyor. Ben varsam insanların hepsine bağırıp çağırıyor. Gelen, geçen herkese. Ben yoksam, kimseye hissettirmiyor kendini. İnsanlardan çekiniyor. Fincan da biliyor kendi türüne göre insan türünün daha tehlikeli olduğunu. Ama kendi hemcinsleri ile ilişkilerinde beni önemsemiyor. Zaten kendi hemcinsleri ile ilişkilerinde geçimsiz, aksi ve korkak bir köpek. Ev köpeği olduğundan mı kendi hemcinsleri ile geçinemiyor, yoksa hemcinsleri ile geçinemediğinden mi ev köpeği oldu bilinmez. Ama Veterinerine göre sokakta kalırsa çok yaşamaz. Kendi boyuna bakmadan her köpeğe posta koyuyor. Hem korkak hem de mahallenin dayısı. Benden önceki sahibi onu bir köpek tarafından parçalanmış, ölmek üzere iken bulmuş. İyileştikten sonra bakamadığı için ben almıştım. İnsandan farkı; olayları unutmasalar bile öğrenmiyorlar. Bu nedenle yine fırsat bulsa saldıracak mahallenin koca, koca köpeklerine. Biz Fincan’ı sürekli koruma ve gözetimimizde tutmaya çalışıyoruz. Bahçenin dışına kendi başına kesinlikle bırakmıyoruz. Karşı tarafa bir şey olacağından değil, kendi başına bir şey gelmesin diye. Veterinerine bu durumu sordum. İlk söylediği “ Fincan kendisini bilmiyor ki”. Peki, ayna görüntüsünü de mi bilmiyor. Köpekler sadece kokusunu aldıkları görüntülerin gerçek olduğunu biliyorlarmış. E, fincan da kokusu olmayan bir görüntüyü canlı olarak kabul etmiyor, dikkate almıyor. Kısaca kendini tanımak için tek fırsatı da kullanamayınca, yapabilecek pek bir şey kalmıyor fincan hanıma durumu izah etmek için. Sadece biz onu koruyarak tehlikeden uzak tutabiliriz. O zaman karşısındaki köpek ne kadar ise kendisini de öyle görüyor.
Bir de kızımı anlatayım. Onun da durumu farklı değil fincandan. Bir buçuk yaşına kadar hepimizi tanıyordu resimlerde, video görüntülerinde. Kendini bir türlü tanımıyordu. Arkadaş diyordu, bebek diyordu ama kendi olduğunun farkında değildi.
Anlamak zor geliyor ama gerçek bu.
Biz de varsayalım kendimizi göremiyoruz,
Biz de varsayalım ki fotoğraf makinesi ve kamera yok,
Biz de varsayalım ki su bile yansıtmıyor bizim yüzümüzü,
Bunların hepsi olsa bile fark edemiyoruz kendimizi.
Biliyoruz ki çocuklar belli bir dönem sonra fark ediyorlar kendilerini fotoğraf ve videolarda. Kızım önce kendisinin gölgesini fark etti, sonrada kendisini. Bu da onun sonunun başlangıcı oldu bu kendini fark ediş.
Belli bir yaşta değil de ömür boyu hiç teşhis edemesek yüzümüzü.
Ne güzel olurdu!
Biz köpekler gibi boyut problemi yaşamayacaktık mutlaka ama
Herkes gördükleri kadar güzel,
Gördüğü kadar çirkin,
İşte o zaman herkes;
Hissettiği yaşta yaşayabilecek ömrü boyunca
Ve hissettiği kadar güzel olabilecek.

Ancak karşısında gördüğü insanlar kadar güzel,
Veya karşısında gördüğü insanlar kadar çirkin hissettikçe,
İnsanlar kendilerini karşısındakilerle birlikte sevdikçe,
İnsanlar kendileri ile karşısındakiler kadar barışık oldukça,
Kavga için,
Savaş için,
Huzursuzluk için değil, iyi hissetmeye devam edecekleri bu ortamın devamını sağlamak için çaba harcayacaklardır.
• Görüntülerini bilmeyen insanlar yaşlanmayacaklardır,
• Görüntüleri yüzünden kendilerine tanımlamalar getirmeyeceklerdir, sınıflandıramayacaklardır,
• Görüntülerini bilmedikleri için çevresindekilerle eşit sayacaklardır kendilerini,
• Görüntülerindeki değişimi fark edemeyeceklerinden yaşlanmak onlar için bir şey ifade etmeyecektir,
• Çirkinler, çirkinliklerinin bedelini ve Güzeller, güzelliklerinin kaprisini kimseye çektiremeyecektir.
Yaşam daha yaşanılası ve keyifli olacaktır diye tahmin ediyor ve bu haftada bu kadar diyorum efendim.
16.09.2010

Merhaba,

Uzun zamandır arzum ve isteğim olan yenigün gazetesinin ailesinin içinde olma çabamın hayata geçmesi ve buralardan okurlara ulaşabilmem aynı zamanda amatör yazı yazma konusundaki önemli hedeflerimden birini gerçekleştirebilme anlamını taşıyan taşır benim için.
Yıllardır sayfalarını çevirdiğim gazetenin sayfalarından okuyanlara seslenecek bu ilkyazıma ancak bir “ MERHABA” ile başlayabilirim.
Merhaba; Farsça kökenli bir karşılama kelimesi olup “ burada rahat edebilirsiniz, burada size bizden zarar gelmez“ anlamındadır.
Günlük siyasi hareketlilikten bıktığınızda,
Yerel dedikodulardan sıkıldığınızda,
Takımınız yenildiğinde,
İşinizden beş on dakikalığına sıyrılmak istediğinizde,
İlişkilerinizin bekleyen cevaplarını düşünmek için kaçamak yapacağınız anlarda,
Bu köşede buluşalım.
İnsandan yana, ortak yaşam alanındaki huzurdan yana, birlikte yol yürümekten yana, yarına bırakacaklarımızdan yana o anda aklıma takılanları buradan bakarak gördüklerimi paylaşacağım sizlerle.
Burada sizlere ve bizlere zarar gelmez,
Burada küçük hesaplar görülmez,
Burada ufka bakarak gelecek planlanır,
Burada önümüze bakarak yürünür,
Burada kesişim kümesi insandır,
Burada kesişim kümesi dostluktur,
Burada kesişim kümesi yaşamdır,
Burada kesişim kümesi doğruluktur,
Burada herkesin doğruları kabul görür,
Burada siz varsınız,
Bu nedenle siz burada olursanız biz yazmaya devam ederiz.
Saygıyla, umutla, dostlukla beraber.14.4.2010
a.ilhan düzgün ( info@ilhanduzgun.com)

Dünya ne kadar önemli değil mi? Çünkü içinde biz yaşıyoruz.
Yaşam ne kadar önemli değil mi? Çünkü bizim yaşamımız.
Ölüm ne kadar acı değil mi? Çünkü ölen biziz.
Yaşam ve ölümün gerçek anlamı bizim yaşamımızla ilgili olmasıdır sadece. Bizim dışımızdaki yaşam ve ölümlerim önemi bize bunları hatırlattıkları içindir.
Biz yaşamıyor olsak; bu dünya, yaşanan sıkıntılar, dünyanın gidişatı, savaşlar bunların önemi olabilir miydi sizce? Kesinlikle olamazdı. Bunların öneminin olabilmesi için bilinç gerekiyor ve bilinç de bizim yaşıyor ve aklımızın yerinde olması ile var olabiliyor.
Yukarıdaki üç satırı okuyup bunları hangi ortak paranteze alabiliriz diye sorsam tek bir yanıt gelecek ve doğru cevap da bu: BİZ. Biz diyoruz ama bunları iyice algılayarak tekrar okur ve yorumlarsak bu biz’iz gerçek anlamının BEN olduğu apaçık ortadadır aslında.
Benim olmadığım bir dünyanın önemi yoktur tabi benim için,
Benim olmayan bir yaşamın bir özelliği yoktur tabi benim için,
Bana uğramayan ölümün gerçek acısı yoktur tabi benim için.
Olayların önemi ve önceliği beni ne kadar etkilediği ile ilgili. Buna göre sıralandırıyorum ve beni etkilediği oranda onunla mücadele ediyorum ve olaylara taraf oluyorum.
Herkesin öncelikleri ve kavramları kendine özeldir ve farklıdır. Ortak noktaları olsa da ben’e indirgendiğinde mutlaka farklılık gösterir.
Herkesin kendi ben’i;
Kendi kazancını,
Kendi yaşamını,
Kendi ailesini,
Kendi çevresini,
Kendi mesleğini,
Kendi işini,
Kendi mahallesini,
Kendi ülkesini,
Kendi takımını,
Kendi işyerini,
Kendi ülkesini,
Ve kendi dünyasını farklı yorumlar.

Her birinin önceliği her birimimize göre farklıdır.
Her birinin şiddeti her birimize göre farklıdır.
Her bir olaya karşı çözüm yöntemimiz her birimizin farklıdır.
Hele bu üçünün herkes için aynı olması çok daha zordur.
Bu farklılıklara rağmen ve hepimizde farklı bir bencillik varken herkes kafasına göre mi her şeyi yapacak. Ortak değerler olup onları birlikte savunmayacak mıyız? Sırt sırta verip ortak bir şeylerin mücadelesini veremeyecek miyiz?
Verdik, tarih buna şahit. Bundan sonra veririz ama ortak nokta da mutabakat sağlarsak. Geçmişte mandacılar ile özgürlükçülerin sayıları bir birine yakın olsaydı başımıza neler gelebileceğini hiç kimse bilemez. Onun için ortak değerlerimizi kaybetmemeliyiz. Korumalıyız ve sonraki nesillere bunları aktarmalıyız. Aktarmaz isek gelecekte ortak değerler konusunda sıkıntı yaşanabilir. Nelerin ortak değerler olduğundaki karmaşa, neyin doğru neyin yanlış olduğundan bile daha önemlidir. Ortak değerlerin doğrusu ve yanlışı yoktur, sadece çok büyük bir çoğunluğun bu konuda mutabakatı vardır o kadar. Atalarımızın bize bıraktığı ve uğruna mücadele verdiği her şeyin kutsal olduğu ve korunması gerektiği gerçeği ülke olarak en öncelikli ortak değerimizdir. Sonrakiler öncelik olarak ve boyut olarak daha aşağıda ve büyüklüktedir. En sondakiler ise bizim kendimize ait olanlardır. Yaşamın içindeki karmaşa bazen bize bencilliğimiz öne çıkartıp en önemlilerin sırasını bozmaya çalışmasına izin vermemeliyiz.
Benim işim, benim gelirim ve ben’ler öne çıkar ve bunları korumak önceliklerimizin hatta yaşamımızın amacı haline gelirse ve bu düşüncedekiler bir ülkede çoğunluk haline gelirse işimiz çok zorlaşır. Geleceğimizi karanlıklaştırır. Ağacı korumaya çalışırken ormanı gözden kaçırmış oluruz. Unutmayalım ormanı korumazsak, ağacımızı hiç koruyamayız. Ağacımızı korumak amaç haline gelir ormanı gözden çıkarırsak o bizim ağacımız da elimizden kısa sürede gidecektir. Yanan bir ormandan kim ağacını kurtarabilmiş şimdiye kadar ama yaşayan bir ormanda herkesin ağacı olabilir.
Bu haftalıkta bu kadar , mesajlarınızı bekliyorum ve haftaya görüşmek üzere efendim.30.07.2006

Nefes almaya başladığımız an ile son nefesimiz arasındaki yaşamımız arasında ne hayatlar yaşarız, yaşamaktayız, yaşayacağız kim bilir.
Yaşadığımız hayatların toplamı, yaşadığımız ömürden büyük veya eşitse sorun yok. Doya, doya yaşanmış bir ömürden bahsedebiliriz kolaylıkla.
Yok; yaşadığımız ömür, yaşadığımız hayatların toplamından fazla ise dikkat; ne kadar kaldığını bilmediğimiz ömrümüzün geri kalanı için yeni Hayat’lar koymalıyız yaşamımızın içine bir an önce.
Hep bahsederiz yaşamda pek çok şapkamız var diye, yaşamda pek çok rolümüz var diye, bu rollerimizin, şapkalarımızın her biri birer hayattır yaşadığımız ömrümüzün içine sıkıştırılmış.
Aile hayatımız vardır,
Okul hayatımız vardır,
İş hayatımız vardır,
Evlilik hayatımız vardır,
Özel hayatımız vardır,
Kimsenin bilmediği başka boyutlarda hayatlar vardır,
Yaşanan ve yaşayanlarca bilinen.
Her zaman paylaşmam ancak ben bugün benim için özel bir Hayat’ı paylaşacağım sizlerle.
Hayat ile hiç burun buruna geldiniz mi, bilemiyorum ancak ben ilk kez benim için özel Hayat ile karşılaştığımda, çok geç kaldım dedim.
Bu hayatı yaşamak için daha genç olmalıydım dedim, geç kalmışım dedim. Evet, bu doğru ama ömrümüzün hangi diliminde, ne ile kiminle karşılaşacağımızı bilemeyiz ve bunları da genellikle biz planlayamayız. Bu Hayat’ta benim kapımı şimdi çalmış ise, şimdi yaşanacaktır. Zamanlamasını tartışmak için harcanacak zamanı yani şimdiyi kaçırmak yerine; aynı zamanı kapımı çalan bu yeni Hayat’ı yaşamak için kullanmak daha keyifli olacak. Ben de tercihimi bu yönde yaptım ve Hayat’ı doya, doya yaşamak için tüm zamanımı değerlendirmeye çalıştım, çalışıyorum.
Ancak şu bir gerçek ki
Zaman Hayat keyifli olunca daha tempolu ve hızlı geçiyor.
Ömrüm Hayat ile daha da değerlendi,
Yaşamım içindeki eksik Hayat ile tamamlandı.
Herkesin yaşamının içinde böyle zamanlar yok mudur? Bir sürü hayat içinde ömrümüzü geçirirken yeni bir hayat düzene sokuverir ömrümüzü. Yaşadığımız hayatların hepsi birden sanki bu yeni hayat ile tamamlanıverir. Hiç olmadı mı size böyle bir şey.
Bazen bu yeni hayat;
Bir iştir,
Bir sevgilidir,
Bir eştir,
Bir arkadaştır,
Herhangi bir şeydir, yaşamınızda şimdiye kadar eksik olan.
Böyle bilmeden beklediğiniz, bulunca beklediğinizi anladığınız bir Hayat ile karşılaşmadıysanız, yaşamınızdaki hayatlarınız ipi kopmuş bir tespih tanesi gibi dağınıktır.
Yaşamımızdaki hayatlar böyle dağınık olsa yaşanmazlar mı? Yaşanırlar elbet.
Böyle yaşanırsa ömür geçmez mi geçer elbet. Ama eksik geçer. Hani Cem Karaca’nın bir şarkısında söylediği gibi “deler de geçer”.
Hep bir şey yapacakmışız da yapamamışız gibi geçer. Tespih tanelerinin bir ipi özlemesi gibi yaşamımızın eksik kalan Hayat’ını özleriz, bekleriz.
Yaşamımızda böyle yeni beklenen, beklendiğinin farkına karşılaşıldığında anlaşılan Hayat yaşamımızda bir kere mi karşılaşılır, bir kere karşılaşılınca eksikler tamamlanır mı? Hayır, bazen yaşamımız içinde pek çok Hayat bize karışır ve tamamlar bizleri, yaşamımızın geri kalanı için. Bizi şimdiki biz yapmak için geçmiş şimdilerde yaşadığımız Hayatlar gibi, bundan sonrada yeni Hayatlar olacak yaşamlarımızda mutlaka.
Yaşamımın Hayat’a kadar geçen kısmı ile Hayat’ın farkına vardıktan sonra geçen kısmını birlikte değerlendirmeden yaşamımın ne kadar dolu, dolu geçtiğine inanıyordum.
Hayat’ın anlamı, yaşamımdaki boyutu, farkına vardıktan sonra büyümeye başlıyor.
Yaşamımın güzelleşmesi Hayat ile barışınca,
Yaşamıma Hayat katılınca,
Yaşamak güzelleşiyor, anlam kazanıyor.
Sağlıklı olmaya çabalıyor,
Dinç olmaya özen gösteriyor,
İyi görünmeye çalışıyorum.
Boş zamanlarımın ne kadar değerli olduğunun farkına varıyorum,
Yaşamımın içinde şimdiye kadar pek çok hayat oldu ve her şeyi gördüm, yaşadım derken; birden yeni bir Hayat girdi yaşamımın içine,
Sanki dedi ki “dur bekle, insan yaşadıkça daha nice hayatlarla karşılaşır insan”.
Daha başka hangi hayatlarım olacak ömrümün sonuna kadar bilmiyorum ama bu Hayat benim kimyamı değiştirdi. Herkesin kimyasını değiştiren hayatın tanımı, anlamı farklıdır, herkesin Hayat’ı kendine özgüdür, kendinindir. Herkes kendi hayatını yaşar.
Benim kimyamı değiştiren hayatım “canım kızım” tabiki, adı mı adı HAYAT!
Haftaya görüşmek üzere efendim.06.05.21006

Kadınlarım,

Seçtiklerimiz ve seçemediklerimiz ile oluşur çevremizdekiler.
Seçtiklerimiz ve seçemediklerimiz ile tamamlanırız.
Şimdi yaşamıma bakınca hayatıma üç kadının girdiğini ve beni bu üç kadının şekillendirdiğini bir kez daha tespit edip itiraf etmem gerektiğini fark ettim.
Yaşamıma giren ilk kadın ile tanımaya başladım dünyayı. Yaşamı, dünyayı ancak kadınlarla tanıyabilirsiniz zaten. Kadınlar ile büyüyebilirsiniz ancak, olgunlaşır adam olusunuz kadınlarla beraber. Yaşam uzunca bir süre bu kadın ile birlikte geçti benim için. Seçtiğim bir kadın değildi. İkimizde birbirimizi seçmemiş olmamıza rağmen hiçbir zaman bundan şikâyet etmedik. Pek çok ilki onunla yaşadım. Dokunmayı, sevmeyi, güvenmeyi, yaslanmayı Ondan öğrendim. Sanki ikimizde birbirimizden kurtuluşumuz olmadığını biliyor ama bunu söylemiyorduk. Uzunca bir süre ve ilkler katarak yaşamımıza beraber olduk. Bundan sonra hayatıma iki kadın daha girecekti. Birisi benim seçtiğim. Birbirimizi seçtiğimiz demek daha doğru.
Belki seçmiş olmanın farkı nedeniyle ona yar’im dedim.
Aid olduğum kadın dedim.
Onunla da pek çok farklı ilk girdi yaşamıma. Bildiğim dediğim, yaşadığım dediğim hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını gösterdi ve kadınım oldu, arkadaşım oldu, dostum oldu. Ondan da kurtuluşum yoktu, bunu ikimizde biliyorduk.
Ve üçüncü kadın da girdi yaşamıma zamanı ve sırası gelince. O’nu da seçmedim, ama istedim, istedik. Bu hayatımdaki üçüncü ve sonuncu kadındı. Canımın içi oldu, sevgilim oldu, bebeğim oldu ve benim ikinci doğuşum oldu bu sonuncu kadın.
Bu üç kadın benimle doğum saatinden itibaren kaderim olmaya başladılar, onlar benim yıldız fallarım, gazete sayfalarındaki burçlarım değildi, bakmadık uyumlu muyuz diye ama kaderimdiler ve beni etkilemeye doğum saatimden itibaren etkilemeye başladılar. Beni bana anlatan asıl burçlarım onlardı ve onlar yolumu gösteren kuzey yıldızım oldular yaşamım süresince.
Beni şekillendirip ben olmamı sağladılar ve devam ediyorlar elbirliği ile beni yoğurmaya. Nerede olurlarsa olsunlar, yanımda, aklımın içinde taşıdığım bu üç kadın benim yaptıklarımın şahididir her zaman her yerde.
Hayatıma giren kadınların en küçüğünün, yarın hayatıma girişinin ikinci seneyi devriyesi. İki senedir benim yanımda, bana yine ilkleri yaşatıyor.
Onunla ilk kez bir asansörde baş başa kaldık ve orada ilk kez birlikte ağladık,
İlk dokunuş,
İlk gülüş,
İlk kelimeler,
İlk kucaklaşma,
İlk öpüş, ilk yalaması desek daha doğru,
İmkânsız sevgiyi anlattı bana.
İki senedir hayatımdasın bebeğim.
İki senedir seni sevmenin tadını çıkarıyorum.
İki senedir büyümeni seyrediyorum huzurla
Ve beni büyütmeni gözlüyorum kendimde.
Seninle yüz yüze gelmemizin ikinci 28 Şubatını yaşayacağız yarın, nice 28 Şubatlar göreceğiz beraber ve her 28 Şubatı hak ettiğin gibi kutlayacağız.
Ve her 28 Şubatı sana doğumunda söz verdiğim gibi, seni yazacağım bir yazı ile kutlayacağım, büyüdüğünde sana sunabileceğim en değerli birikimim olacak bu yazılar.
Ve en değerli koleksiyonum elbette.
Yaşamımdaki kadınların sayısı değişmeyecek ömrümün sonuna kadar ama onlarla yaşadıklarım büyüyecek yüreğimde.
Annem, kadımın ve bebeğim sizlere minnettarım.
Bu haftalık bu kadar efendim haftaya görüşmek üzere.23.09.2006

İş hayatı,
Sosyal hayat,
Aile hayatı,
Ve toplamı olan yaşam, ömrümüzü içinde barındıran bize ait sandığımız yaşam.
Hep söylerim yaşam içinde barındırdığımız hayatların bileşkesidir.
Önemli olan kendi yaşamımıza kaç hayatı sığdırdığımızdır,
Asıl olan bu hayatların gittiği istikametlerdir,
Öncelik istikametlerin büyüklüğündedir.
Yaşamımız da vektörsel toplamın istikametine döner.
İşte biz bu andan itibaren böyle biliniriz,
Yaşamımızın tamamını etkisi altına alan bu hayat karar verir,
Mutluluğumuza,
Üzüntümüze,
Başarımıza,
Diğer hayatları baskı altına alır bu toplam yaşamımızın yönüne karar veren hayat.
Diğer hayatlardan zaman çalar kendi kullanır bencilce,
Diğer hayatların başarılarının mutluluğa dönüşmesine izin vermez baskın hayat bencilce,
Bu baskın hayat sizin hayatınızın lokomotifidir,
Bu baskın hayat sizin hayatınızın önemidir,
Bu baskın hayatın içindeki ayrıntılar sizi yönetir,
Bu baskın hayat gider yaşamınızın tam merkezine oturur
Bu baskın hayat kanser gibi büyür yaşamınızın içinde,
Bu baskın hayat bir zaman sonra yaşamınıza denk hale gelir.
Be baskın hayat sizin hedefiniz ise,
Bu baskın hayat sizin yapınıza uygunsa,
Bu baskın hayat sizin kişiliğinizle örtüşüyorsa,
Bu baskın hayat sizin şanslarınızla paralel ise sorun yok.
Yaşamınız mutludur.
Zaman, zaman diğer yaşamların lezzetinden mahrum kaldığınızı fark ettiğiniz zamanlar olsa da, bu zamanlarda yaşamınızdaki diğer hayatları ıskaladığınızı düşünseniz de temelde yaşamınızın yönüne fırlattığınız ok hedefinizi vuruyor demektir.
Birde yaşamınızın döndüğü istikamete fırlattığınız ok hedefi vurmazsa!
Kayıp yaşamlar da burada başlıyor zaten.
Tüm gücünüzü harcadığınız,
Tüm yaşamınızı feda ettiğiniz hayatınızdaki başarısızlık,
En iyi yaptığınızın en iyi olmaması hali varya işte bittiğiniz an o andır.
Tekrar başlayacak zaman yoktur,
Tekrar en iyi yapacağınız başka bir şey kalmamıştır,
Diğer hayatlarınızı feda ettiğiniz bu hayatta yaşanılacak olumsuzluk yolun sonu gibidir çoğu zaman.
Hiçbir hayatınızı yaşamınız haline getirmeyin yaşamın tün tadını alabilmek için,
Yaşamınıza hiçbir hayatın ipotek koymasına izin vermeyin tüm güzel kokuları duyabilmek için yaşamınızın içinde gizlediğiniz ömre dair.
Hayatlarınızı yaşanası güzellikte saklayın,
Karıştırmayın ve birbirinin üzerine koymayın.
İşte bu yaşamın içindeyseniz hayatlarınızın birinde yaşadığınız üzüntüden bir başka hayatın içindeki mutluluğa sürebilirsiniz tahta atınızı.
Asıl olan yaşamın bütünüdür diyebilmek için o yaşamın içinde bir tane en önemli hayatı beslemek yerine pek çok hayat bulundurabilmektir ve hepsini sevgi ile zaman ile besleyebilmektir.
Bu hayatların içinde benin tahta atımı sürdüğüm yeni bir hayatım var,
Hiçbir limanda karşılanmadığımda bile gideceğim bir son limanınım olduğu yeni bir hayatım var.
Beş yaşına gelen kızım Hayat.
Dostlukla kalın.
Not:28.2.2005 tarihinde doğan kızım Hayat’a beşinci yaş günü hediyemdir.
21.01.2010

Seneler önce bir aktif siyaset denememiz oldu. YDH fikir hareketi olarak başlamış, bizi de heyecanlandırmıştı. Toplantılara katıldık. O dönemde gerçekten benim için şans sayılabilecek pek çok insan ile tanışmak ve onların fikirlerini dinlemek imkânım oldu. Siyasi anlamda başarısız bir deneyim olsa da kişisel gelişimim adına oldukça verimli bir dönem yaşadım. İnternetten şimdi araştırdığımda bir tek “ek$i sözlükte” güzel bir özete rastladım. Onun dışında aradan geçen 16 sene (1994-2010) sonra tabir yerindeyse izi bile kalmamış.
Bu döneme ait anılarımı veya bu döneme ait dedikoduları anlatacak değilim elbette. Yukarıdaki cümle o dönemlerden hatırladığım bir kavram. Aslında o dönemlerde radikal sayılan söylemler şimdi siyasi pek çok partinin olmazsa olmazları haline gelmiştir. Bu durum da ayrıca bana keyif veriyor tabi.
Evet, konumuza dönersek “sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler” diyorduk o dönemlerde. Bu kavramı sadece siyasi ortamın ve devlet yönetim tarzının niçin değişmekte zorlandığını izah etmek için kullanıyorduk.
Biz bugün hem bu cümleyi bir kez daha güncellemeye, hatırlamaya, hem de hayatın her aşamasına sokmaya çalışalım istedim.
Evin anneannesi veya babaannesi, evin gençlerinin harçlıklarına takviye yapıyor diyelim. Böyle sürdürülen bir aile yaşamı içinde bir karar alınmak istense sanırım evin gençleri babaanne veya anneannelerinin kararına destek vereceklerdir doğal olarak. Evden aldıkları harçlık onların normal gelirleri ancak büyüklerden aldıkları örtülü ödenek gençlerin refah seviyeleri ile doğrudan ilgili. O zaman bu durumu, yürüyen sistemi değiştiremezsiniz. Doğal çoğunluk veya eşitlik halinde rica avantajı bu gurupta olacaktır.
Bir işyerinde bu cümlenin karşılığını bulmaya çalışalım şimdi de. Her işletme de yönetimin yanında olanlar vardır. Yönetimler her zaman bunu ister ve oluşturmak için da gayret sarf ederler. Yönetime yakın olanların şirket imkânlarından faydalanma şansları daha çoktur doğal olarak. Sıkıntı ve dertlerini doğrudan, aracısız yönetime- sorunun çözüm ve karar merkezine- iletme şansları vardır. Doğal sonuç da isteklerinin karşılanması ve sorunlarının çözümlenmesidir.
a-)Yönetimin etkinliğini arttırması, şirketin her kademesinden en hızlı ve doğru kararı alması için yönetime yakın arkadaşlara ihtiyacı vardır.
b-) yönetime yakın arkadaşların da şirket içi itibarları ve– ekonomik veya yönetim olarak- sıkıntılarını kolay çözümlediği yönteme ihtiyaçları vardır.
Oluşan bu sistemin “sistemden beslenenler” tarafından değiştirilmesi veya değiştirilmesinin beklenmesi fazla saflık olacaktır sanıyorum.
Bürokraside, devletin bilinen her kademesinde ve kendisinde bu ve benzeri karşılıklı çıkar ilişkilerine bağlı çevrimler var.
Genelleştirmekten korkmayalım hayatın her safhasında -belki bundan çoğunluğun olumsuz etkilendiği- karşılıklı çıkar ilişkisi ile kurulu pek çok küçük saadet zincirleri var.
Ama herkes için geçerli bu durum. İtiraz ettiğimiz durumları tekrar inceler isek, genellikle itiraz nedenimiz o saadet zincirinin dışında olmamızdan kaynaklanıyor. O çevrimin içinde olsak ve biz de faydalanıyor olsak “belki “ itiraz etmeyecek, hatta bunun güçlenmesi için çaba harcayacağız.
Yenidünya düzeni hepimizin gelir ve yaşam düzeyimizi arttırmaya çalışıyor. Amaç hepimizin zenginleşmesi değil elbette. Kaybedeceklerimizin artmasını sağlamaktır. Kaybedecek şeyi olanlar mücadelelerini sahip olduklarını korumak üstüne kurarlar. Yenidünya düzeninde önemli olan “kaybedeceklerini” korumaktır.
Toplumsal ve kişisel mücadeleler ile ilgili tarihi inceler, kahramanlık ve kurtuluş mücadelelerinin aslına bakarsak ortak nokta “kaybedecek bir şeyi kalmayanların” bu tür kavgaya girdiklerini görürsünüz. Trakyalı köle Spartaküs’ü yaşamındaki imkânsızlıklar veya baş rolünü Mel Gibson’un oynadığı cesur yürek filminde asıl oğlanın nişanlısı öldürülmese bu mücadeleye girer miydi bir düşünmek lazım.
Eski tüfeklerin dediği gibi “zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar” ancak hiçbir şey düşünmeden mücadeleye, kavgaya girebilirler.
Bizler için de geçerlidir tabiî ki bu durum. Ancak önceki haftalarda bahsi geçtiği gibi sadakatimizin insanlığımızı geçmesine müsaade etmeden, eğitimimize, yaşam tarzımıza ve inançlarımıza paralel olmalı tüm kararlarımız.

En azından kendimizle baş başa kaldığımızda rahatsız olmayacak kadar,

Ve Vicdanımızı bizi rahatsız etmeyecek kadar,

Objektif olmayı becerebiliriz diyorum.

Mesajlarınız için teşekkür ediyorum ve tabii ki devamını bekliyorum.
Haftaya görüşmek üzere efendim.22.07.2006

Dediğiniz olmadı mı şimdiye kadar.
Birini görüp kanınızın ısındığı, biriyle ilk tanışmanızda kendinizi yakın hissettiğiniz veya tanıştırılırken gözlerinin içine bakarak “memnun oldum” derken içinizden gelerek samimiyetinizi gösterecek bir şekilde gülümsediğiniz kimse olmadı mı ?
Bir toplantıda yandaki grup içinde birine gözünüzün kaydığı “ ben bunu bir yerde gördüm, ama nerede” dediğiniz olmadı mı gerçekten?
Hiçbir nedeni yokken sevmediğiniz, hoşlanmadığınız bir mesai arkadaşınız yok mu?
Yada yaptığı her şey, hiçbir nedeni yokken sizin sinirinize dokunan birisi ile karşılaşmadınız mı yaşamınızdaki hayatların birinde?
Birisi diğerlerine göre daha sinirinizi bozacak davranışlar yapmasına rağmen o birisine daha hoşgörülü davranmadınız mı hiç?
Pek çok kez affetmediniz mi onu?
Defalarca bu son diyerek şans verdiğiniz biri olmadı mı?
Bunların hepsi yaşamımız içinde var olan yaklaşımlar. Nedenini düşünmesek bile bu tür tavırlarımız var ve çevremizdekileri de bu yolla belirliyoruz, farkında olmadan.

Bazı dönemler yaşamımız içindeki hayatlara yanlış birileri dahil oluverir. Bir zaman sonra bu yanlış birileri ve siz farkına varırsınız bu yanlışlığın. Başlangıçta çok önemi yok sanılan, belki katlanılan pek çok davranış zamanla karşılıklı sinirleri bozar hale gelir. Davranışlar ve kişiler aynıdır ama etkileri farklıdır bu iki yanlış kişi üzerinde. Karşılıklı sınırlar zorlanız bazen, sürdürmek için ilişkiyi. İki ayrı yaşamın içinde kesişen ve bir şekilde başlamış olan bu hayat sürdürülmeye çalışılır.
Eğer yanlış kişilerin yolları aynı hayat içinde kesişmiş ise yapacak pek bir şey yok, mutlaka biter, hatta mutlaka bitmelidir aynı hayat içindeki birliktelikleri. Herkes kendi yaşamı içinde doğru kişilerle hayatlarını sürdürebilirler veya daha iyi niyetli bir yaklaşım ile sürdürmelidirler.
Bazen altıncı his deriz. Beş duyumuza ilave ederek ruhumuzun bu isteklerini, bizi yönlendirmelerini. Tabi altıncı hisse pek çok sorumluluk yükleriz hepimiz zaman, zaman. Fizik ötesi her şey bunun içine giriverir aniden.
Bazen auramızdan bahsederiz. Bizi çevreleyen manyetik alanımızla tanımlarız çevremizdeki diğer insanları algılamada, tanımlamadaki farklı hissedişlerimizi. Uyuşmadıklarımıza auramız uymadı,itti deriz. Hoşlandıklarımızı da auramız çekmiştir mutlaka.
Özetle; Tanımlayamadığımız ve nasıl aldığımız, öğrendiğimiz belli olmayan bir veri tabanı var ve bu veri tabanındaki veriler bu kişi ile ilgili yorum yapmamızı sağlıyor.
Bu bilginin ve hissedişin önceden bir tanımı yok. Yani biz oturup “ bu insan gelirse sevmem” deyip bir liste yapmıyoruz ama o sevmeyeceğimiz insan karşımıza gelince bu bilgi ortaya çıkıp bizim onu sevmememizi sağlıyor. Garip olan bu kişiyi de sevenler var mutlaka,belki onlardan bazılarını biz de seviyoruz. Bu denklemin, eşitliği ve önermesi yok, doğrudan sonuca gidiyor, bilinmeyeni ne kadar çok olursa olsun tek denklem ve işlem ile sonuç yakalanabiliyor.
Ben bunu hep küçüklüğümde bana anlatılan hikaye ile çözerim, anlaşılır kılarım ve doğruluğuna inanırım.
İslam inanışına göre, Allah evreni ve insanı yaratmadan önce ilk insandan kıyamete kadar dünyaya gelecek tüm insanların ruhlarını tek seferde yaratmıştır. Ruhlardan Zerr alemi veya Elest-Kalubela aleminde Allah tarafından söz alınmıştır “ emirlere uygun yaşayacaklarına dair”.Dünyaya geliş ile bunu ilişkilendirirsek; tanrı ruhların vermiş oldukları bu sözü tutup tutmayacaklarını test etmek için her ruhu sırası geldiğinde insan bedeni içinde dünyaya gönderir.
Bir de şuradan bakarak tanışıklığımızı genişletelim. Kalu beladan dünyaya gelinceye kadar geçen sürede ruhlarımız hep beraber idi. Tüm ruhlar birbirini tanıyor. Tabi nasıl bir ortam ve nasıl bir süredir o konuda bilgi ve açılım yok. Buna karşın bana küçüklüğümde anlatılan hikaye veya yaklaşıma göre dostlukların anlaşmaların ve anlaşamamaların temelleri burada atılıyor. Dünyada birini çok iyi tanıyor gibi olup buna karşın hiçbir yerde karşılaşmamamızın açıklaması da, tanımadığımız biri ile anlaşamayacağımızı düşünmemizin açıklaması da ruhlarımızın Kalu beladaki dostluk veya anlaşamaması ile ilişkili.
Geçen haftaki yazıma konu olan yaşamımız içinde hayatlarımızı paylaştıklarımız insanlar ile Kalu bela dostluğu olanlar şöyle demezler mi, hissetmezler mi “tüm ömrümce seni bekledim”
Hepimiz adına “ yaşadığımız sürece hayatlarımızı Kalu belada tanıdığınız ve Dünyada karşılaşmak için sözleştiğimiz, iyi anlaştığımız ruhlar ile geçirebilmeyi” diliyorum.
Haftaya görüşmek üzere efendim,12.05.2006

Yaşamın kaçamaklarında,

Hepimiz yaşamımızda kendi kararlarımızı vermeye başladığımız andan itibaren, bazen sadece bizim, bazen de tanıdık veya bir daha hiç görmeyeceğimiz suç ortaklarımızla paylaştığımız sırlarımız olmuştur, yaşamın kaçamaklarında. Bazılarını hiç kimseyle paylaşamayız yaşamımızın sonuna dek, bazen de anlatırız gülerek ve utanarak masum olanlarını.

Her birimiz yaşamımız içinde bize biçilen rollerimizi oynar, görevlerimizi yerine getiririz. Patron olarak , yönetici olarak veya çalışan olarak geçiririz mesailerimizi;
Anne, baba olarak geçiririz ev yaşamımızı;
Taraftar olarak giyiniriz geçeriz televizyonun karşısına zaman zaman-hatta tanımaz bizi müsabaka esnasında gören diğer rol arkadaşlarımız-;
Bir arkadaş sohbetinde başka bir şapka giyer kurtarırız vatanı en şiddetlisinden;
Uzatabiliriz bu rolleri veya değiştirebiliriz sosyal statümüze göre, özelleştirebiliriz kendimize göre.
Ancak;
Bilinen ve herkes tarafından kabul görmüş bu şapkalar ve roller beni BEN yapamaz,
Yaşamımızı renklerdirmek için çabalarımızın/ sosyal yaşamımızın azlığı veya çokluğu da değil beni BEN yapan.
Statümüz veya unvanlarımız da değil elbette.
Bunlar bizim bir kenarımızı tanımlar sadece!
Eğer böyle olsaydı birbirine benzeyen insan kitlesi daha fazla olurdu gibi geliyor bana. Ben den birkaç tane BEN olabilirdi sadece bilinen rollerimle BEN olsaydım. Beni diğer BEN olma ihtimali olanlardan ayıran bir şey daha olmalı ve o bana ait özel bir şey olmalı.
Ruhumun derinliklerinde, üst ve alt benliğimle beni şekillendiren bir şeyler var ve bunlar beni bilinen rollerimin diğer kenarını oluşturmalı. Bu kenarlar ile tamamlanır ve BEN olurum. Buzulun görünen kenarları rollerimiz ile tanımlanan kısım ayrıca suyun altında ve görünmeyecek şekilde var olan ve bana ait olan diğer kenarlar.
Bunların tamamı BEN’im.
Buzulun altındaki kenarlarım benim bilinen kimliğim ile tamamen zıt kayramlar ve davranış şekilleri olabilir. Bunları bilinen kimliğim ve rollerim ile yapamayabilirim.
Ama tüm bunlar ile ben;
Bildiğiniz,
Tanıdığınız,
Sevdiğiniz,
Veya sevmediğiniz,
Ancak tanıdığınız BEN oluyorum.
Bilmedikleriniz, beklide beyenmeyeceğiniz kenarlarım ile birleşince beni sizlerin gördüğü BEN oluyorum.
Bazen tanıdığımız biri ile ilgili bir haber duyar da şaşırırsanız hatırlayın bu dediklerimi ve vaz geçmeyin ona karşı hissettiklerinizden. “Hani her şeyi ile sevmek” var ya bunu bir kez ve asıl burada hatırlayalım. Bildiğiniz ve bilmediğiniz kenarları ile “her şeyi ile “ sevin seviyorsanız.

Yaşamın bilinen belki renkli ve tempolu sıradanlığından kopmak mevcut rollerinizi tamamen unutmak istemiyor musunuz zaman, zaman. Bunun sürekli isteneceğini sanmıyorum elbette ama zaman, zaman isteneceğinden eminim.yaşamın kaçamaklarını yapabildiğimiz ve kendi sırlarımız oluşturabildiğimiz oranda BEN olur, özelleşiriz.
Bu nedenle kendinizi böyle tanımlıyor ve böyle yaşıyorsanız karşınızdakini niçin her şeyi ile tanımaya çalışıyorsunuz. Biliyorsunuz ki siz her şeyinizle – yaşamınızın şimdiye kadar olan kısmına ait yaptıklarınızın tüm detayı ile – tanındığınızda bu kadar sevilmeyeceksiniz; o zaman niçin tanıdıkça ona karşı yaklaşımınızın değişeceğinizi bile, bile onu her şeyi ile tanımaya çalışıyorsunuz. Bırakın onu iyi tanımaya çalışarak ŞİMDİ’mizi heba etmeyi, çar, çur etmeyi.
ŞİMDİ’yi yaşayarak O’nu “geçmişteki yaşadıkları sonucunda sizin sevdiğiniz son hali “ ile sevmeye devam edin korkmadan.
Bu sizin bilinen rollerinizle yaşadığınız yaşam içinde de olabilir hayatın kaçamaklarında da. Hiç fark etmez!
Haftaya görüşmek üzere efendim,22.4.2006

Teknolojik gelişme sonsuza giderken endüstri mühendisliği ve stratejik plan,
Her gıdanın gdo’lusunu ürettik,
Canlıları kopyaladık,
Genetik şifremizi kurcaladık,
Dostluğun sanalını hayatımızın ortasına oturttuk.
Sadece modern dünyanın gereği diyerek.
Bu çılgınlığı anlamakta sıkıntı çekiyorum.
Dünyada insan ömrü dışında her şey sonsuza gidiyor.
İroniyse her şeyi sonsuza taşıyan ve sonlu bir ömre sahip olan insan.
Bir başka ironi ise her şeyi sonsuza taşınan dünyada kaynakların sonlu olması.
Hayat bitmeden, kaynakları hayattan önce bitirmek size de yanlış gelmiyor mu?
Yarına kullanılacak kaynak bırakmamak, sonsuzu isteyen insanoğlu için ne kadar anlamlı.
Yaşamı sonlu iken neslini de sonlu hale getirirken sonsuzluk gayretini anlayabiliyor musunuz gerçekten.
Fonksiyon sonsuza giderken limit kıyamete gidiyor!
Peki insanın en temel iç güdülerinden biri olan neslini devam ettirmek ise bu kendini yok etme ve kıyamete bu hızla koşma sistemini niçin kurduk?
Çünkü insan beyni yaşadığı zaman diliminde sonsuzluğa inanıyor, sonsuzluğun içinde kalacağına inanıyor.
Daha çok kazanmak,
Daha çok üretmek,
Daha çok tüketmek,
Daha hızlı olmak adına kendini yarıştırıyor.
İnsan buluşları ile hızlanıyor , limit sonsuza giderken yaşam sıfıra gidiyor.
Makinalar hızlanıyor, kapasiteleri artıyor, limit sonsuza giderken kaynaklar sıfıra gidiyor.
Daha büyük,
Daha hızlı,
Daha çabuk,
Daha çok için,
Gelecekte, bize ait olmayanı bile tüketerek yaşamanın gayreti değimlidir bu sıralar yaşadığımız global kriz.
Bittiğini biteceğini hiç düşünmediğimiz havanın, suyun bile bittiğini ne zaman anlayacağız?
Orhan veli yaşasaydı bize ne derdi acaba;
Hava bedava,
Su bedava şirini okurken.
Artık tüm dünya insanlarının gelirleri, ekonomileri, büyüklükleri, dinleri, siyasi görüşleri, ırkları ne olursa olsun olabilecek en ideal refah seviyesinde yaşayabilmeleri için bir stratejik plan yapmanın zamanı gelmedi mi artık,
Parası kadar değil, yeteri kadar,
Sosyal statüsü kadar değil ihtiyacı kadar beslenebilmeyi becerdiğimiz oranda kendimizi, neslimizi ve dünyamızı sonsuza değil belik ama olabildiğince daha uzun süreler yaşanabilir halde utmayı becerebiliriz.
Üretim; ihtiyaç kadar,
Üreticiler; ihtiyacı karşılayacak kadar kapasitede,
Kaynak; üretime yetecek kadarını kullanarak,
Gelir; sağlıklı yaşayabilecek miktarda.
Yukarıdaki fonksiyonu optimize edecek doğrusal programlama çözümünü bulacak endüstri mühendisliği kurtaracaktır belki bizleri.
Bu ütopik yaklaşımımı buraya kadar okuyarak olmayacağını bilsem de içimde taşımakta güçlük çektiğim bu güçlü duygularımı paylaştığınız için teşekkürler deyebilirim ancak,
Kulağınızda kalsın yeterli. 25.10.2008

Yaşamımız süresinde bizi özelleştiren ve bizi biz yapan hayatın bize kattıklarıdır.
İş hayatımızda,
ev hayatımızda
ve sosyal hayatımızda her an bir şeyler katarak kendimizi yeniler çoğaltırız.
Hayatın geçen zaman içinde siz öğrettikleri ile kendiniz olmaya başlar, farklılaşır, olgunlaşır, tecrübelenir ve bilgeliğe giden yolda bir adım daha atarız.
Hayatın ışıltılarıdır bunlar.
Hayat kattıkları ile bizim yolumuzu aydınlatmakla kalmaz çevremizdekilerin yollarını aydınlatmak içinde elimize adı bilgelik olan bir fener verir.
Yaşamınız süresince bize bir şeyler öğretmeye daha çok niyetli olan iş hayatımız, ev hayatımız veya sosyal hayatımızdan biri diğerlerinden bir adım daha öne geçer.
Bu hayatlardan biri bizim farklılaşmamız, olgunlaşmamız, tecrübelenmemiz ve bilgeliğe giden yolda bize daha çok şey öğretir. Bu öğrettiklerinin yansıması yaşamınızın diğer açılarına da yansır, kalan kısmını da etkiler.
Yaşam nasıl bir süreç, inanılmaz, hızlı, herkesin kendisine özel muhteşem bir mucize.
Tam da sıfırdan başladı Hayat bana bir şeyler öğretmeye.
Bir döllenmiş yumurtanın bir bebek halinde doğumuna kadar hepimizin bilinçsizce yaşadığımız bu sürecin mucizelerini aklımda kaldığı kadarıyla sizlerle paylaşabilirim. Eminin anlattıkça daha yeniler aklıma gelip satırları uzattıkça uzatacağım. Bu bilimsel ve mistik duygusallıkla karışmış anlatacaklarım çok bilinmeyenler değil ama hisler ve öğrenilenler bana aid.
Hayat’ı bulmak, bir anne baba adayı için hayat vermek ve birlikte yapılabilecek en kutsal işbirliğini ve en eski suçun delili.
Bu süreci bilinçsizce öğrenilenler ve oyun gibi yaşananlar ile yaşıyorsunuz. Gerçek yok! Elle tutulan bir şey yok! Görüntüler ve yazılanlardan ibaret bildikleriniz. Sadece bir iç kıpırdamasını öğretiyor Hayat. Mutlulukla ilgili bir çok türevini gördüğünüz yaşam Hayat’ın bana yeni bir boyutunun ilk derslerini çalıştırmaya başladığını sonradan fark ettim.
O zamanlar fark edemediğim şekilde Hayat bana bir şeyler öğretmeye başlamıştı bile.
Hayat bir önceki güne göre daha duygusal hale getiriyordu beni,
Hayat her eylülde ilave ettiğim yeni yaşlarla birlikte bildiğim duygulara derinlik kazandırmaya başlamıştı farkına varmadan.
Ne hayat bunu bilerek yapıyor ne ben bunu hayattan istiyordum.
Yaşam denilen sürecimin içindeki eğitimimde baş öğretmen olmaya soyunmuştu birden.
Şimdiye kadar ağzımı doldura, doldura ne söylemişsem iddialı, tartışılacak ve uçlarda gezinen fikirlerimi bana yeniden tanımlatmaya başladığını fark ettim.
Hayat, yapmam dediklerimi bir yere toplamış bana sıra ile yaptırıyor,
Olmamalı dediklerimin niçin ve ne kadar iddialı şekilde olması gerektiğini tartışamadan beni ikna ediveriyor bu hayat.
Özlemeye yeni açınımlar getiriyor geçen her dakikada,
Sevmeye,
Aşık olmaya,
“Bir tanesin” demenin anlamını genişletirken kendi adına daraltıp özelleştiriyor,
“canımın içi” demenin ne kadar anlamlı ve anlamıyla aynı değerde olduğunu yeni fark ettiriyor sana bu hayat,
Yaşamınızı sürdürürken her şeyi öğrenmişken, her şeyi yaşamışken veya böyle olduğuna inanmışken hayat sana bu kitabı durup dururken yeniden okutuyor, ezberletiyor.
Yeniden içinin gülmesi,
Yeniden içinin ağlaması,
Yeniden içinin cıvıl cıvıl olması,
Yeniden sızlaması,
Bunları biliyor olsan da,
Bildiğini zannetsen de yeniden yepyeni bir boyutta, yepyeni bir içerikte sanki yeni gibi eskilerinin üzerine yeniden öğreniyorsun.
Garip olan bunun farkında olmayışın. Yaşamımın son üç yılında kızım Hayat yeniden öğretmeye başladı yaşamın eksik kalan tatlarını bana. Size de bir gün ummadığınız bir anda hayatınıza girecek biri yeniden öğretecektir yaşamın bildiğinizi zannettiğiniz tatlarını.
Yaşamınıza yeni giren her şey size yaşamınızın içinde şimdiye kadar bildiklerinizi yeniden ezberletiyor.
Yaşamınıza girenler bu nedenle önemlidir, onlar sadece sevdiklerimiz değildir,
Onlar sadece iyi vakit geçirdiklerimiz değildir, onlar sadece birlikte olmaktan hoşlandıklarımız değildir onların tamamı bize bildiğimizi sandığımız yaşamı öğretenlerdir. Onların her biri yaşamımızın baş öğretmenleridir.
Şimdi kendine dönüp baktığında ve kendi adına iyi dediklerinin hepsinin yapılması sırasında yanınızdaki baş öğretmeninizin katkısı ve bilgeliği yansımıştır.
Evet bilgelik;
Yaşamınızdaki herkes, bazı durumlarda gelip geçerken çarpanlar bile bir şey katarlar size, bu kattıkları sizin değerinizi arttırırken bu kattığının aldığınız kişinin bilgeliği olduğunu unutmayın ve yaşamınızda sizi bu hale getirenlerin hepsine saygı duyum.
Çok kızdıklarınıza bu saygıda biraz öne getirin.
Benim yaşamımdaki son bilgem, bana çok şey öğreten hayat, kızım üçüncü yaşın kutlu olsun.
İyi bir öğrenci olmaya çalışacağım emin ol.
Sen gelip katılıncaya kadar yaşamıma ve yeni bir hayat sayfası açıncaya kadar fark etmediğim hasretimi en iyi tanımlayan satırları şimdi yakaladım ve yazıyorum unutmamak için:
“Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
Omuz başımızdaydı boşluğun…
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Gözledik…
Hoş geldin!
Biz
Bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
Taşı kırmakta,
Dostu düşmandan ayırmakta…
Hoş geldin!
Yerin hazır.
Hoş geldin!
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun söze vaktimiz yok.
YÜRÜYELİM…” (nazım’dan Nail Çakırhan’a)
Kızımın, hayatımın üçüncü yaş günü hediyesidir, nice yıllara beraberce ….
21.9.2008

Blogger Template by Blogcrowds