Siz hangi evredesiniz!


Yaşamımızdaki evrelerimizi bir başka bakış açısıyla tasnif etmeye çalışırsak şu görüntü çıkar.
Bağımlılık süreci,
Bağımsızlık süreci,
Karşılıklı bağımlılık süreci,
Bağımlılık süreci.
Normal insanın toplum içindeki sosyal gelişimi buna paralel olmalı.
Bu evreler için yaş aralığı konulabilir, insandan insana değişebilir veya bir evrede asılı kalabilir insanlar.
Bu süreçlerin ne olduğunu biraz açmak gerekirse;
Bağımlılık evresi, çocukluk dönemi ile gençlik dönemi arasında yaşanır. Bu dönemde fiziksel olarak güçsüz olmamızdan kaynaklı bakıma, korunmaya ve gözetim altında kalmaya mahkumuz. Bu nedenle bu dönem bağımlılık dönemimi diyoruz.
Bağımsızlık dönemiyse gençlik dönemiyle olgunluk dönemi arasında yaşanır. Uzun süren bağımlılık döneminin de etkisiyle ve kendi kendine bir şey yapabilmenin heyecanıyla tüm iplerin koparıldığı, protest bir delikanlılık dönemidir bağımsızlık dönemi.
Karşılıklı bağımlılık dönemi, ne zaman başlayacağı kişisel olgunlukla paralel gelişen bir dönemdir.
Bu dönem insanoğlunun yaşadığını zannederek hiç yaşayamadığı bir dönem olduğu gibi bu dönem kişisel karakterden kaynaklı pek çok çeşidi olan bir süreçtir ve tekrar bağımlılık haline kadar sürer.
Yaşlanıp ekonomik ve fiziksel bakıma ihtiyaç duyacağımız döneme ise yine bağımlılık dönemi diyeceğiz.
Bazen yetiştirilme tarzının bir fonksiyonu olarak bağımlılık süreci uzayabilir. Bu bağımlılık süreci baskın karakter ebeveynlerin marifetiyle bağımsızlık dönemini pas geçip karşılıklı bağımlılık dönemine kadar sürer. Aslında bu kişilik karşılıklı bağımlılık evresini de bir tür bağımlılık evresi şeklinde yaşar.
Yine yetiştirilme tarzının bir fonksiyonu olarak bağımlılık dönemi yerini çok erken bağımsızlık dönemine terk edebilir. Bağımsızlık döneminden sonraki karşılıklı bağımlılık döneminde ise bu erken bağımsızlık dönemine geçmenin tetiklemesiyle karşılıklı bağımlılık sürecini de karşı tarafın kendisine bağımlılığını kullanarak dominant, baskın bir tür karşılıklı bağımlılık evresi olarak yaşar.
Yani bağımlılık evresinin kalıntıları ile bağımsızlık evresinin artıkları toplumla barışık yaşamamızın mutlak değeri olan karşılıklı bağımlılık sürecini deforme ederek sonsuz çeşitte ve kişiye özel bir karşılıklı bağımlılık evresinin yaşanmasına neden oluyor diyebiliriz.
Toplumun etkisiyle deforme olan bağımlılık evresinin ve bağımsızlık evresinin sonrasında toplumu deforme eden bir karşılıklı bağımlılık evresine dönüşmektedir.
Deforme olan toplumsal yaşam ise yine kendi sağlıksız sürecinin devamını garanti edecek yeni nesiller yetiştirmeye devam edecektir.
Bu bozulma sonsuza giderken yaşanacak toplumsal travmalar bu gidişatı olumsuzdan olumluya çevirebilecek ara tedavi yollarıdır. Toplumun bir bütün olarak kendini sorguladığı bu dönemlerin etkisiyle bağımlılık ve bağımsızlık evresini geçiren bireyler kendinden önceki bozulmayı geliştirmeyecek, önceki duruma göre daha iyileşmiş bir etkiyi taşıyacaktır karşılıklı bağımlılık evresindeki toplumsal yaşama.
Burada toplumsal yaşamdaki durumu tartışıyoruz ama bu tartışmayı kişilerin kendi deformasyonlarının toplumsal yaşamın içindeki önemidir asıl olan.
Sonuç yerine şunu söylemekte sakınca yoktur umarım, önce biz kendimiz kendimizi bir sorgulayalım, deformasyonlarımızı fark edip kalıtsal olarak bizden sonraki nesile aktarmamakla başlar her şey.
Not: çevremizde gıdada sahtecilik yapanları tespit ve teşhir etmek konusunda bir dayanışma ve haberleşme çemberi kurmamız sağlıklı nesiller ve sağlıklı yaşam için şart.23.6.2011


Savunacaklarımız pozisyonumuzdan kaynaklanır,
Savunacaklarımız:
Mesleğimizden kaynaklı,
Sahip olduklarımızdan kaynaklı,
Kaybedeceklerimizden kaynaklı,
İşimizden kaynaklı,
Sosyal statümüzden kaynaklı,
Dolaylı değil doğrudan bizi etkileyecek, kaybıyla mağdur olacaklarımızdır savunacaklarımızdır.
Aidiyet imiz den kaynaklı,
Doğrudan bizim yukarıdaki pozisyonlarımızdan kaynaklı,
Kazançlarımızın korunmasından kaynaklı,
Sahip olduğumuz ve olmamız gerekip bize verilmeyen haklarımızdan kaynaklı savunduklarımız vardır.
Savunduklarımız hangi aidiyetimiz ile ilgili ise onun içinde kalır, onun dışa vurumudur,
Bizim bu durumumuza samimiyetle inanan diğer aidiyet gruplarının bize verecekleri ise destektir.
Bizin verdiğimiz destekler, çevremize karşı duyarlılığımızın yansımasıdır, dışa vurumudur, duyarlılığımızdır.
Şiddeti ve miktar bize ise yakınlığıdır, etkisinin bizde hissediliş oranıdır.
Desteklediklerimiz ile savunduğunuzu karıştırmamalısınız!
O zaman ait olanın yerine geçmeye çalışmış olursunuz ki bu vekâleten başlanan desteğinin asaleten sahiplenilmesidir.
Aidiyeti olanlarca kazanılmayan haklar kazanılsa bile korunamaz, bu mücadele için asıl sahiplerince emek harcanmadığı için vekâleten kavgaya destek veren için önemli olsa da hakkın asıl sahibi için önemi beklediğiniz kadar değildir.
Savunulacak, mücadele edilecek, her şeye/ herkese rağmen kavgası yapılacaklar aidiyetten kaynaklı olmalı ve asaleten yapılmalı ve nefes almak gibi savunulmalıdır.
Desteklenenler inandığınız, ihtiyacı olduğuna samimiyetle inandığınız bir durum karşısında vekâleten yapılan mücadeledir.
Desteklediklerinizin savundukları konuya duyarlılıkları, inançları, emekleri sizi de heyecanlandırır ve desteğinizin artmasına neden olur.
Tersi durumda ise savunanlardan daha fazla destek, hakkın alınması durumunda bile savunanlar tarafından hakkıyla korunamayacağı için boşa harcanmış emek olacaktır. Suya ihtiyacı olmayan birine ihtiyacını fark etmeyen birine su içirmek onun size memnuniyetini arttırmaz. Emeği doğru harcamak da emeğe saygıdandır.
Önceliklendirirken, sunarken, anlatırken sıralama son derece önemlidir, sizin desteklenmenizdeki şiddeti sağlar, daha güçlü olmanızı ve haklılığınız sağlar. Gerektiği durumlarda, inandıklarınız doğrultusunda ihtiyaç duyulduğunda verdiğiniz destekler de sizin savunduklarınız için vereveğiniz mücadelenin bileşenleridir, sizin destekleyenlerinizdir.
Desteklenmek için desteklemek lazım unutulmamalı, bunun önemini azaltmak için değil yazdıklarım. Savunacaklarınız ne kadar güçlü olursa olsun, ne kadar haklı olursanız olun yine de desteğe ihtiyacınız olacaktır. 7.5.2011


Siyasi iletişimin tırmandığı bu sürecin tehlikesi toplumsal rezonansa girmektir,
Tarihte bunun olumlu örneği olmamıştır,
Rrezonans sürü psikolojisini tetikler mutlaka,
Düşüncenin azaldığı, konuşmanın arttığı bir süreçtir,
Konuşanın birken dinleyenin bin olduğu bir süreçtir.
Paylaşanın frekansıyla, kitlenin frekansı eşitlenirse, rezonans başlar.
Paylaşanın topluluğu etkilemesi, bu etkinin paylaşanın güvenini arttırması, bu güven ile paylaşanın toplumu daha fazla etkilemesi ……
Bu etkileşim fiziki kural gereği sonsuza gider.
Sürüp giden bu sarmalın doğru orantılı etkisi sonsuza gitmeye çalışırken oluşan toplumsal rezonans, kırılıncaya kadar büyür.
Her kütlenin bir doğal rezonansı vardır, bunu geçtiğiniz durumda kırılma olur.
Tarihte doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmadan gördüğünüz rezonans hallerine bakın, sonsuza değil kırılıncaya kadar gitti.
Kaçınılmaz son kırılmak, yoksa durmuyor.
Durdurmak için, kendisini doğru sayanların etkisini toplumsal rezonans sınırının altına çekmektir.
Karşı kuvvet oluşturmaktır.
Bu bilenlerin bilgilerini sorgulamaya yarayacak yararlı bir tedavidir.
Bilenler bilgilerini sorgulayarak daha çok öğrenebilirler,
Buna karşın; bilenler bildiklerini en doğru saymaya başladıklarında iletişimin, empatinin, faydanın değil yıkımın, cahilleşmenin çıkmaz sokağına girilmiştir.
Toplumun, çoğunluğun peşinden gitmek kişisel aklı/ aklımızı by-pass etmektir,
Düşünenlerin düşüncesinin yettiği, bununla yetinildiği dönemdir,
Kolaydır da, sonu yoktur.
Birileri lazım bu dönemlerde,
Her şeye razı olacak ve çoğunluğu aklının, sürü aklının başlangıçta doğru olsa bile gittiği yolun, varılacak istasyonun doğru olmayacağını birileri söylemelidir çoğunluğa, söyleme cesareti olan birilerine ihtiyaç duyar toplumlar bu dönemlerde.
Kendi içinde çıkarabilirse liderini, gidilen yolu sorgulayanını belki kalibre eder de düzeltmese de doğrultur gidilen yolu.
Söylenmenin söylendiği yol değildir bu.
Zordur, belki toplumsal geleneklerin oluşturulabilmenin yollarından biridir.
Bu yolla öğrenir, gelişir, gelenekler oluşturabilirsek, dinlemeye alışırsak aykırılıkları,
Kendimize uyan, yakışan bir demokrasi geleneği olursa liderlere gerek yoktur , sisten yöneticini bulur, ortak akıl sürülükten çıkar.
Yok, böyle olmazsa hep liderler beklenir peşinden gidilecek.
Dediğim gibi çıkış noktası her zaman doğru olsa bu yolu sonu yok!
O zaman yolu bulmak için liderin feneri yaktığı yoldan başka yolu göremez, bilemez, sorgulayamaz yolculardan oluruz,
Ama yaşayan bir demokrasi kültürünü sokabilirsek aklımıza rezonansa kaptırmadan taşıyabiliriz Cumhuriyetimizi sonsuzluğa.
Rasgele! (9.6.2011)

Nefret etmek bir insandan,


Sınırsızca,
Sonsuza dek,
Nefret etmeyi bile bilmiyor insanlık.
Beceremiyoruz hınçlanmayı.
Yok, saymak yerine yok etmek ile içinde sonsuzlaştırıyor nefretini.
Yaşatmak onu ve görmemekle cezalandırmak yerine,
Görmemenin ve yaşamı boyunca sensiz öksüz bırakmak yerine,
Onu yok etmeyi düşünmek,
Neden?
Sevmediği için,
Aynı düşünmediği için,
Kızdığı için,
Ondan başarılı olduğu için,
Onu yenmek için hile yaptığından,
Katlanamadığı için
Nefret etmek birinden.
Bu nefretini ifade etmeyi beceremeyip,
Kelimelerle anlatamadığından,
Sustuğunda yenildiğini hissedeceği için,
Bağırmak,
Dalaşmak,
Kavga etmek,
Bilinci kapanırsa gitmek sonuna kadar.
Saniyelerle sınırlı koca bir zaman içinde yok olan bilincinin ardından çıkacak vahşiliğiyle,
Avlanma içgüdüsünün,
Kendini koruma içgüdüsünün becerisiyle,
Bekli de sonsuza kadar onu silebilmek için hayatından,
Onun hayatını bitirmek.
Öldürmek insanca bir duygu değildir.
İçimizdeki hayvanın kırıntılarının bize hakim olmasıyla yapılabilecek bir eylemdir.
O ömürden uzun bilinçsizlik saniyelerinden sonra sürdüreceğin yaşam seni düşmanına mahkum kılar.
Öldürdüğüm sandığın bedenin ruhuyla yaşarsın kalan ömrünü,
Hiç onsuz kalamazsın böylece.
Ama becerebilsek küslüğü,
O yaşarken düşmanını yok saymayı,
Becerebilsek onu konuşarak susturmayı,
Kendi kendine yaşasa,
Sizsiz bıraksanız sevmediklerinizi,
Nasıl bir büyük bir cezadır siz fark etmeseniz de.
Yaşamın sonluluğunda bir sonsuz ceza kesseniz sevmediğinize,
Ama yok böyle olmak zayıflıktır bizde,
Hepimiz hıncımızı çıkarmazsak kusmazsak rahatlayamayız ki!
Nereden nasıl öğrettik,
Bilmeden öğretmeye devam ettiğimiz bu yaşam tarzından kurtulup insanca küsebilmek dileğiyle (2.6.2011)


Doğru saydığınız her şey,
İyi dediğiniz her şey,
Güzel dediğiniz her şey,
Kısaca: İnandığınız, bildiğiniz her şey,
Gerçekten sandığınız gibi mi?
Emin misiniz?
Eksik bildikleriniz,
Yanlış öğrendikleriniz,
Sanki’lerinize aklınızdan ilave ettikleriniz sayesinde :
Yanlışı doğru sanmış olabilir misiniz?
Kötüyü iyi sanmış olabilir misiniz?
Aslında şöyle tersten düşünsek,
Sadece sizin bildiğinizin en doğru olmasıyla kapattığınız algınızı, başkalarının farklı bilgileriyle farklı doğrulara ulaşabileceğinizi fark etseniz ve açsanız dış dünyaya algınızı.
Başka güzel yok diyeceğinize sizin şimdiye kadar gördükleriniz içinde en güzeli saysanız güzelinizi.
Ve sadece sizin şimdiye kadar algıladıklarınızla sınırlı kalan dünya görüşünüzün yegâne kurtuluş yolu olduğuna karar vermek yerine başkalarının da ülkesini ve insanları sevebileceğine inansanız.
Sanki’leri kambur gibi taşımaz,
Kabul ettiğiniz gibi, kabul de görürsünüz,
Masumlaşır bildiğiniz ve inandığınız her şey ve sizi güvenli haklı konuma yükseltir.
Cümleleri böyle kurarsak anlamaya, anlaşılmaya da açık oluruz.
Empati denilen iletişimin ya giriş kapısına ulaşırız ya da sanki’lerin çıkmaz sokağında dolanıp dururuz ve empati kapısını hiç bulamayız.
Voltaire “ düşünceler bu dünyaya depremlerden vebadan daha büyük zarar vermiştir “ der. Düşüncelerini doğru sayanların, sanki’leriyle yaşayanların iletişim ve empatiyi bulamamalarının kendilerine verdikleri zararın ölçümü zordur.
Çevresine zarar vermeden tespit edersek, teşhis edersek kolaylıkla profesyonel destek ile kendine vereceği zararın da önüne geçebiliriz hatta.
Düşüncelerini sorgulamayanların kendilerini değil çevresine zarar verdikleri tartışmasız bir gerçektir.
“İnsan bildiği kadar inanır”, sorun bildiğinin yeterli olup olmadığı veya bildiğinin doğruluğunun sorgulanıp sorgulanmadığıdır
Bildiği ile yorum yapar,
Bildiklerinden kendince yargılar oluşturur insan.
Sandıklarıyla, sankileriyle kararlar verir ve paylaşır. İşte tam da bu safhada evrensel tehlike başlar.
Bu rahatsızlığı bireysel haldeyken teşhis edemezsek o zaman toplumun göreceği zararın boyutunu tahmin bile edemezsiniz inanın.
O yarım doğrusuyla öğrettikleri,
O yarım bilgisiyle yönlendirdikleri,
O yarımlıklarıyla yarımlaştırdıklarını ne yapacağız.
Bulaşıcı hastalığı nasıl tespit edeceğiz de nasıl tedavi edeceğiz.
İnanın tam ile yapmaya çalıştıklarınızın bilmem kaç katını, bilmem kaç kat hızla yarımlar ve sanki’leriyle serbestçe dolaşanlar yapar da şaşar kalırsınız.
İnsanların yarıma duydukları ilgiyi tahmin bile edemezsiniz.
Bu nedenle bu yarımlıklar ve sanki’ler sadece bizim için değil insanlık için ciddi bir sorundur ve mücadele edilmelidir.
Ne demişler atalar;
Yarım doktor candan eder,
Yarım hoca dinden eder.
Sanki’lerinizle yarımlanmayın.


22.temmuz. 2007 seçimlerinde ülkenin pek çok kesiminde ve pek çok adayında yaşanan şok nedeniyle seçim sonuçları “ oy oranları akılla açıklanamaz” bulunmuştu.
Arşivimi karıştırırken bu seçimden sonra yazdığım bir yazımı buldum.
Bu sefer önceden paylaşayım, belki birkaç kişi görür ve aynı hataya düşmekten kurtarırım dedim.
Halkın sesi olamayanların halkın iradesini bu kadar kolay yok sayacaklarına belki şimdiden yol yakınken önlem alır da aynı sonucu yaşamaz, bu ülkenin de yaşamasını önler dedim.
Toplumsal travma yaşadıkça kaybettiğimiz toplumsal hafızamızdaki sorunu sık hatırlatmalarla aşacağımızı düşünerek, müsadenizle eski yazımı tekrar paylaşıyorum sizlerle.

22. Temmuz. 2007 seçimine itafen
(ayrıca oy oranlarını “akılla açıklanamaz” diyenlere ithaf ediyorum)
Herkes gibi benim de birkaç şey söyleme yazma hakkım var elbette. Ben de oy kullandım. Ben de tahminler yaptım seçim öncesi yakın çevremde. Ben de yanıldım. Sıralamada değil ama oranlar da ben de çuvalladım pek çoğumuz gibi.
Siyasete ait yazı yazmayı sevmiyorum. Kendimi bu konuda yazı yazmaya ehil bulmuyorum. Buna karşın herkes gibi hiç susmadan konuşuyorum desem, yorum yapıyorum desem yalan olmaz.
Pek çok seçim gördük. Pek çok seçime dair de siyaset tarihi özetinde okuduk izledik.
Birinci tespitim;
Muhafazakâr dediğimiz, takım tutar gibi parti tutuyor dediğimiz sağ siyaseti kendisine benimsemiş Türkiye’deki çoğunluğun özellikle 12 Eylül ihtilalinden sonra son derce ciddi bir ilerleme, gelişme ve değişim içinde olduğu yakaladık mı bilemiyorum.
Bu sağ siyaseti kendisine benimsemiş Türkiye’deki çoğunluk tüm sağ partilere iktidarı yaşattı. Sıra ile tamamına hükümette olma ve Türkiye’yi yönetme yetkisini verdi. Hatta adı sol olan içeriğinin sol olup olmadığının tartışıldığı rahmetli Ecevit bile bu kesimin oylarının desteği ile siyasi yaşamında ikinci kez ciddi bir oran ile iktidara getirildi.
Özetle halkımızın çoğunluğu olan sağ siyaseti kendisine benimsemiş Türkiye cumhuriyeti halkı hiç de sanıldığı, beklenildiği, umulduğu gibi muhafazakâr değil.
Özetle uzun dönemli resme bakınca son derece adaletli ve ince hesaplar ile siyasi dengenin ve fotoğrafın oluşmasını sağladığını rahatlıkla tespit edebiliyoruz.
İkinci tespitim;
Kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlayan siyasilere iktidar yolu ancak sağ siyaseti kendisine benimsemiş çoğunluğun vereceği emanet oylarla açılabildiğidir. Geçmişte de böyle olmuştur. Bu oyların emanet ve deneme amaçlı olduğu bir ikinci döneme taşınmamasıyla açıklayabiliyorum.
Üçüncü tespitim;
Türkiye’de seçimlerin galibi her zaman merkezin sağı olacaktır veya bu eğilimde olan çoğunluğun seçimlerin sonucunu belirleyeceğidir. Ortanın solu değil de merkezin solu olabilen sosyal demokrat partiler belki merkez ile teması sayesinde Türkiye seçmeninin çoğuna hitap edebilir durumuna gelecektir. Sosyal demokratlar Türkiye’ye ait halk tarafından kabullenecek bir merkez sol kavramı geliştirebilirler ise ikinci büyük parti olabilirler. Çünkü siyaset tek büyük parti ile yapılamaz, yapılmamalıdır.
22. Temmuz seçim sonuçlarını;
Bunca sıkıntılara, bunca fakirliğe bunca ezilmişliğe, bu kadar yolsuzluğa rağmen iktidar partisinin aldığı oyların “akıl ile açıklanamaz” şeklinde yorumlamak yerine muhalefet partisi için kendilerinin de tanımladığı bunca olumlu şartlara rağmen seçmenin alternatifi olamamalarının, inandırıcılarını bu kadar yitirmiş olmalarının nedeninde bulmaları gerekiyor sanırım. Ülkemizin toplam zekasına dil uzatacak kadar agresifleşmek hiç kendilerine ve Atatürk’ün partisine yakışmıyor.
Evet, onlarda yola devam edecekler bu kafa ile. Durup düşünmeden.
Herkes yoluna desek bu yaklaşıma tam uyar sanırım.

Yol bilgisayarınız var mı!


Hayal kırıklıkları hayat kırıklarına dönüşmesin!
İnsan hayal ettiği kadar yaşar,
İnsan hayal ettiğini başarır,
İnsan hayal ettiklerini hak eder derler.
Ama hayal ettiğinin içinde yaşamamalı, hapsetmemeli kendisini kendi hayalinin içine.
Hayal ettiği ile mevcut durumunu bilmeli aradaki yolun gidilmesi gerektiğini unutmamalı,
Hayal bir kristal fanustur,
Hassastır,
Narindir,
Dardır,
Korunması gerekir,
Kollanması gerekir,
Unutur hayalin içinde yaşamaya çalışırsak,
Kırarız,
O zaman hayalsiz kaldığımız gibi,
Hedefsiz de kalıveririz.
En sonunda da hayal kırıklığı ile geçirilmiş bir hayatımız olur.
Hani bir söz vardır,
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya çalışırken hiç yaşamamış gibi ölmemeye özen göstermek lazım..
Hedefleri olmak ve bu hedeflere ulaşmak insanı dinç, hedefe ulaşma gayretinde, özetle Var tutar,
Yaşama gayretinin benzinidir,
Yaşama benzininin çakan çakmağıdır,
Ömrü yaşama çevirendir hayaller, hedefler.
Bu var olma nedeni araç olmaktan çıkıp amaç haline gelirse elde ettiklerimizin anlamını kaybetmeye başlarız.
Elde ettiklerimizi unutturacak hedefler, hayaller işte bizi hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşatır ama yaşamamış gibi öldürebilir de!
Biz bile anlamayız yaşam ile ölümün farkını.
Hayallerimiz, hedeflerimiz temel olarak amaçlarımız bizim yol bilgisayarımızdır.
Hayale ulaşırken aldığımız yolu değil de varacağımız yeri kurgularsak yol bize zulüm olur ki ömür boşa geçmiş yaşama dönüşemeden bitmiş olur.
Bitiren de biz oluruz,
En değerli tek şeyimizi karşılıksız bedelsiz bitirmek, kaybetmek sizin için normal geliyorsa,
Bırakın sadece hayalleriniz olsun ve tek sizin mutluluğunuz hayalin gerçekleştiği olsun,
Gerçekleştiğini anlamadan geçen, kaybedilen zaman size gelmeyeceği gibi gerçekleşen hayaliniz size şunu fısıldar kulağınıza “ en büyük eğlence eğlenceyi beklemektir, eğlencenin kendisi değil.”
İşte gidilen yolun anlamı ortaya çıkar.
Sonuç yerine hayaller ulaşmak için değil doğru yolda ilerlemek ve ömrü yaşama çevirmek için lazımdır.

Yürüyüş Sonrası Resimler



TMMOB`ye bağlı 19 Oda Başkanın ortak karar önerisi üzerine TMMOB Yönetim Kurulu Ankara`da miting düzenlenme kararı aldı.Alınan kararı açıklayan TMMOB Makine Mühendisleri Odası Kocaeli Şube Sakarya İl Temsilcisi Vedat Dede ve yönetim kurulu üyesi İlhan Düzgün, güvenceli bir çalışma yaşamı istediklerini söylediler. Yapılan ortak açıklama şöyle, “İnsanca, iş güvenceli,örgütlü,toplu sözleşme ve grev haklarının tam olduğu, işçi sağlığı ve iş güvenliğine dayalı istihdam ve iş kazalarını en aza indiren; Güvenceli ve İnsanca bir çalışma yaşamı için yürüyoruz. Gelişen teknoloji ve artan üretkenliğe, 45 saatlik yasal çalışma süresine rağmen 55 saatin üzerinde çalışan ve fazla mesai ücretini alamayan meslektaşlarımız için; çalışma saatlerinin yasal seviyeye getirilmesi,fazla mesai ücretlerin ödenmesi için yürüyoruz.Çoğumuzun güçlükle bulduğu işlerde yoksulluk sınırının altında aldığı maaşlar ve iş güvencesinden yoksun, asgari ücret seviyesinden ödenen primlerle çalınan; geleceğimiz için yürüyoruz.Yatırım yapmayan kamu, serbestleşen özel sermaye ile;artan çevre sorunları, artan işsizlik ve göç sebebiyle derinleşen kent sorunları için, dengeli istihdama dayalı,çevreye duyarlı bir sanayileşme için yürüyoruz.Çalışma yaşamında, aynı iş kollarında erkeklerle eşit çalışma gücüne sahip kadın meslektaşlarımız aleyhine politik ve yönetsel tercihlere bağlı olarak uygulanan cinsiyet ayrımcılığının son bulması için, işe girmede ve çalışma yaşamında kadın-erkek eşitliği, eşdeğer işe eşit ücret politikaları için yürüyoruz. TMMOB yasasına yapılmak istenen kasıtlı ve yanlış müdahalelere, akademik ve mesleki yeterliliği kanıtlanmamış yabancı mühendislere tek yanlı olarak ülkemiz kapılarının açılarak kalitesiz ve kontrolsüz hizmet sunumuna olanak tanınmasına, bizlerin kendi ülkemizde mülteci durumuna düşülmesine dur diyoruz.MESLEĞİMİZ İÇİN YÜRÜYORUZ.
Taleplerimizi dile getirmek adına,üyelerimizi öğrenci üyelerimizi, yakınlarını ve dostlarımızı bu günkü; mitinge davet ediyoruz. Mitinge üyelerimiz,öğrenci üyelerimiz,yakınları ile birlikte katılabilirler. Katılmak isteyen üyelerimizin ulaşım organizasyonu için temsilciliğimize kayıt yaptırmaları gerekmektedir. Taleplerimizin dile getirileceği Mitinge ulaşım otobüslerle sağlanacaktır” dedi.


İnsanı değil kıyafeti seçmek,
Yaşarken yaşamı es geçmek.
Bunları yaşamın sonunda fark etmek!
Ne kadar acı bir durumdur değil mi?
Ama hep bunu yaparız, bu durum için bildik bir hikaye var onu paylaşacağım sizlerle.
Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler.
Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.
Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:
'Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar.
Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Şunu bir düşünün: Hayat kahvedir. İş, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayatı tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yaşadığımız hayatın kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.
Bazen sadece bardağa odaklanarak kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.
Basit yaşayın.
Cömertçe sevin.
Birbirinize derinden itina gösterin.
Nazik olun,
Bu ve benzeri yazılar elbette değiştirmeyecek yaşam stilimizi hiç birimizin sadece bunlarda varmış diyebilmek, bir virgül koyabilmek yaşamımıza belki buna yardım olur da yaşamın günlük kargaşasından fark etmeden unuttuğumuz yaşamın gerçek tadını yakalamak için değil ama bilmemiz ve yakalayamadığımızı hatırlamamız bile insanlaştırır bizleri.

Yarasamısınız karar verin


Bir fıkra vardır,
Yurt dışında biri ters yöne girmiş yoğun trafikte ilerlemeye çalışıyormuş. O sırada trafik polisine ait helikopter yukarıdan aşağıya sürekli uyarı anonsu yapıyormuş.
- Dikkat edin bir çılgın sürücü ters yönde hızla ilerliyor!
Ters yönde ilerlemeye çalışan sürücü çamı açmış başlamış el kol hareketi ile yukarı doğru bağırmaya
- Ne biri hepsi çıldırmış, hepsi ters yönde!
Aslında yaşamımız içinde çoğu zaman yaşarız bu ironik durumu.
Çoğunluğun dediği doğru mudur?
Çoğunluğa uymak ne kadar bizi rahatlatır?
Çoğunluğun içindeyken fark edemediğimiz neler var?
Çoğunluğa uymak adına hangi doğrularımızdan vazgeçiyoruz?
Veya tam tersi sadece farklı olmak adına neleri yanlış yapıyoruz.
Yani bazen tüm sürücüler ters biz doğru yönde olabiliriz.
Atatürk’ün gençliğe hitabesinde belirttiği gibi bazen siz doğru yönde olmanıza rağmen karşınızdakiler büyük bir çoğunluk ve büyük bir güç olarak karşınızda olabilirler bu şartlarda siz doğru bildiğiniz yolda ilerlemelisiniz. Tarih her zaman haklıların hakkını teslim eder. Bazen iş işten geçmiş olsa bile, bazen siz bunu duyup fark edemeseniz bile. Doğru yönde yapılan mücadele kutsaldır.
Ama doğru olanı iyi tespit edemiyorsanız veya sadece farklı olmanın gayret içindeyseniz işte o zaman işiniz kötü. Tüm ikazları yanlış yoldaki sürücü gibi algılayamaz iseniz işini kötü. İşte o zaman pisipisine Niyazi oldu derler arkanızda. Tarih sizin yanlışınızı tespit etmez ve unutur. Zaman sizi unutur. İşte bu unutmalar ise sonradan sizin hatanız tekrar edilebilsin diyedir.
Doğru yön hangisidir fark etmek şimdiki zaman içinde zordur. Gelecekte geçmişe dair yapılan tespitler ile belirlenebilir işin doğrusu yanlışı. Tarihin unutmadığı büyük adamların farkı şimdiki zaman içinde fark edebilmektir doğru yönü. Tarihin unutmadığı büyükler doğruları için her şeye rağmen, herkese rağmen ve her şeyini kaybetmeyi göze alarak gitmişlerdir bu yolda ve şimdiki zamanda kaybetseler de sonsuzda kazanmışlardır.
Yarasa dünyasında yaşayan bir insansanız anlatamazsınız düz hangisi, ama sizin düzünüz düzdür gerçekten.
Yok, insanların dünyasında yaşayan bir yarasaysanız yine anlatamazsınız düz hangisi, ama sizi düzünüz düz değildir.
Hangi dünyadasınız ve siz kimsiniz bunu iyi analiz etmelisiniz. Kendinizi bilmezseniz kendinizi düzünüz düz olmaz hiçbir zaman.

Dümdüz olmak


Düz olmak,
Düz iş yapmak,
Düzeltmek zordur.
Yaşamın içinde dümdüz olmanın sıkıntısını hepimiz her zaman yaşamışızdır.
Düz çizgi çizmek bile zordur, kalanını siz düşünün.
Eğri çizmek her zaman daha sıkıntısızdır.
Dümdüz giderken,
Dosdoğru yaşarken bazen, bazı durumlarda eğrilmek isteriz,
Eğrilip karşımızdaki zor durumun etrafından dolanıvermek isteriz.
Bir film seyrederken bile zordur bu anları seyretmek,
Ana karakter en çıplak şekliyle paylaşmaya karar verdiğimde doğru durumu
Bunun yüzünden kaybedeceklerini ondan önce biz düşünür, biz sıkılırız.
Ter basar her yanımızı!
Birkaç saniye içinde anlatılıveren saatlerce düşünülmüş zor durumu.
O anlatmadan, kimseyle paylaşmadan elimizi yüreğimizi yakan o durum,
Bizi doğru olup olmama arasında gidip gelmemize neden olan o sıkıcı durum,
O önümüzde dururken doğruca geçip gidemeyeceğimizi düşündüğümüz sıkıcı durum,
Bir kerelik bile olsa eğrilip etrafından dolaşmamız için bizi zorlayan durum,
Yükü tonlarca olan eğrilik düşüncesi
Anlatılınca nasıl da kayboluverir önümüzden.
Sanki o büyük sıkıntı, çarpınca bizi ezecek dert buhar olmuştur,
Yükü kalmamıştır sırtımızda.
Doğru olmanın dayanılmaz hafifliği sarar bizi ve korur eğrilikten.
Ama bu hafifliği yaşayıncaya kadar taşınan ağırlığı kaldırabilmek,
İşte o sınavı geçmektir zor olan.
Taşınamaz ise o yük, kıvrılmak istenirse kolayca aşağıdaki hikaye ders olsun onlara.
“Yılan derede karşıdan karşıya geçmek istiyor ana akıntıdan kokuyor.
Kaplana rica ediyor beni karşıya geçirir misin diye.
Kaplan alıyor sırtına geçirmeye başlıyor yılanı.
Yılanın aklı karışıyor
Kıyıya yaklaştıkça onu ısırıp öldürmek ve uzun süreli gıda ihtiyacı karşılamak cazip gelmeye başlıyor.
Kıpırdanmaya başlayınca kaplan huylanıp kıpırdanan yılanı alaşağı eder öldürür.
Yere uzatır dümdüz yapar yılanı
Ve şöyle der,
Keşke yaşarken dosdoğru olsaydın.”
Dedik ya dosdoğru olmak dünyanın en zor işdir,
Dosdoğru çizmek bile ne zordur,
Dosdoğru yaşamayı siz düşünün.
Evet, sırtında değiliz kaplanın ve kıpırdasak da kimse bizi alaşağı edip vermeyecek dersimizi, ödetmeyecek eğriliğimizin bedelini bize hayatımızla.
Ama vicdanımıza havale edeceğiz kendi kendimizi yaptıklarımızdan kaynaklı.
Bunu yükü ve ağırlığıyla ve ne yazık ki hiç uzak kalamadan yaptıklarımızla yaşayacağız ömrümüz boyunca.
Bu beklide çok daha ağır bir ceza kaplanın sırtında bunları yapmaktan.
Bir de farkına varmadan eğriliğinden sakat, sakat eğri büğrü yaşayanlar var,
Kendileri görmese de görenlerce acınacak durumda olanlar var.
İşte o zaman vicdanının sesiyle yaşamak bile asilleşiyor farkında olmadan yaşamaktan.
Siz kendinizi keşfedin,
Nasıl yaşadığınıza ve nasıl yaşamak istediğinize.
Not: tam bir yıl oldu bu sayfalarda sizlerle buluşmaya başlayalı.

(4.5.2010)


Dinleme ihtiyaçtan doğar.
İhtiyacın farkında değil ise dinleyen kapalı olur sonucu “sağırlar diyalogu” olur.
İhtiyacın farkında ise dinleyen açık olur sonucu “iletişim” olur,
Hepimiz farklı amaçlarla dinleriz, ihtiyacınızın nedenine göre farklılaşırsınız dinlerken.
Görünüşte dinleriz bazen, dostlar pazarda görsün denir buna. Anlatanın çenesine olur olan, dinleyenin iki kulağı arasında otoban varmış gibi bir taraftan giren ses diğer taraftan transit beyne uğramadan geçer. Anlatan iletişimde olduğunu zanneder, görenler iletişim kurulduğunu düşünür o kadar.
Bazen seçici dinleriz. Yeterince İngilizce bilmiyorsunuz ve bildiğiniz kelimelerin bazılarının geçtiği bir konuşma dinliyorsunuz diyelim. Konuşmanın içeriği, önemi, anlatmak istediği, size verdiği mesajı bilemezsiniz sadece bildiğiniz kelimelerin konuşmada geçip geçmediğine dikkat edersiniz o kadar. Aynı dili konuştuğunuzda da buna benzer bir tavır içinde olduğunuz durumlar olur, anlatılan pek çok şeyin içinde sadece size yönelik “iyi” veya “kötü” sözcüklere takılır onların üzerine kurgularsınız algınızı. Buna algıda secicilik de diyebiliriz. Anlatılan değil sizin nasıl algıladığınız önemli olduğuna göre, siz kendi tavrınızı algıladığınıza göre yöneteceğinize göre anlatanın değil sizin seçerek algıladıklarınızın tavrını sergileyeceksiniz. Hani bir maçı seyreden iki rakip seyircinin maçı anlatışları arasındaki fark ne kadar derin ise bu da o kadar derin olur merak etmeyin. Bazen hiç kesişmez algılananlar, şaşırırsınız aynı maçtan mı bahsediliyor diye.
Zaman zaman saplantılı dileriz karşımızdakini, seçici dinlemenin kötü niyetli halidir diyebiliriz. Sadece saldırı var mı? Size herkes gibi eleştirip kötü mü davranılacak buna odaklanırsınız. İyi şeyler gerçek değildir sizin için, bunlar iltifattır, bunlar birazdan söylenecek kötü sözlerin alt yapısıdır, dikkatli dinleyip satır aralarında size karşı söylenecek iğneleyici, eleştirel söz ve davranışları yakalamalısınız, buna odaklanırsınız. Konuşmanın içinde size kötü bir saldırı yok ise konuşmanın çok büyük bir kısmını hatırlayamazsınız bile. Hani stand-up gösterilerde güler ama çıkınca hatırlamakta zorlanırsınız ya bu da öyle bir şey.
Durumunuzdan kaynaklı savunmacı bir tavır ile dinlediğiniz de olur. Bazen kişiliğinizden kaynaklı, bazen yaptığınız işin iyi olmamasından kaynaklı size yapılan konuşmaları savunmacı bir tavır ile dinlersiniz. Söylenilen her şeyden kendinizi sorumlu tutar ve her şeye kendinizin bakış açısından cevaplamaya, savunmaya başladığınız durumlara karşılık gelen durumlarda savunmacı kimlikle dinliyorsunuz demektir. Bu bir kişilik çıktısı da olabilir, yaptığınız bir yanlış işin içinden sıyrılma gayreti de olabilir.
En son ve en çok uyguladığımız dinleme şekli de tuzak kurucu dinlemedir. Bunu dinlerken anlatılacak konuyu, varılacak noktayı tahmin edersiniz. Varılacak nokta istemediğiniz veya olmasının sizi sıkıntıya düşürmesini beklediğiniz durumdur ve karşınızdaki konuşmanın eksik noktalarını, zayıflıklarını yakalamaya ve her fırsatta telaşla araya girip konuşmayı bozarak sözün sona erişmesini engellemeye çalışırsınız. Bu birinci tip tuzak kurucu dinlemedir ve olumlu sonuş veya beklediğiniz sonucu olmada size fayda sağlamaz. Karşınızdaki sizin niyetinizin farkına erken varır ve konuşmasını ona göre yönlendirir. Sürekli baskı altında savunma yapan takımların defansif refleksleri güçlenir ve size daha çok zorlarlar.
Diğer tarz daha sinsice ve etkilidir. Dinler, notlarınız aklınıza veya kâğıdınıza yazar, hatta konuyu açacak sorular ile daha net anlamaya çalışırsınız ki iyi bir karşı saldırı için eksikleri iyi tespit edebilesiniz. İlk fırsatı yakaladığınızda, ölümcül bir eksiklik yakaladığınızda konuya dahil olur ve bitirirsiniz işinizi. Sonra yine sonsuz sabırla bekler fırsatı yakaladığınızda tekrar birkaç cümle ile bitirirsiniz karşınızdakinin işini. Kontratak takımları böyledir, karşıdaki iyi oynadığını düşündüğü zamanlarda gölü yer.
Bu dinleme tavırları insani ve doğaldır, ben bugün böyle dinleyeceğim ile başlayamazsınız iletişime. Ama şartlar ve sizin durumunuz yukarıdaki tavırlardan birinin içine atar sizi.
Dediğimiz gibi iletişim sorunu basit değil ama kalcı bir sıkıntıdır, bulaşıcı olmasından korkuyorum ama henüz bu anlamda bir tespitim yok itiraf etmeliyim.
İletişimde dinleyenin sıkıntılarını paylaşmaya çalıştık, anlatanın hiç mi eksiği yok derseniz o başka bir hikaye.
Anlatan bazen karşısındakinin bildiğini düşünerek, bildiklerini tekrar etmemek adına sadece kendisince önemli bulduklarını anlatır karşısındakine, hangi usulde dinlerseniz dinleyin iletişemezsiniz.
Bazen de anlattığınız sizi zorda bırakacaktır, tamamını anlatamazsınız, paylaşamazsınız karşınızdaki ile. Ama anlatmanız da lazım, yalan da söyleyemiyorsunuz? Eksik anlatırsınız bu sefer. Yemin etseniz başınız ağrımaz.
Sonuç yerine;
İster anlatan olun ister dinleyen niyetiniz ve yapabildiğiniz empatinin oranınca anlar, anlaşılırsınız. Anlatırken veya dinlerken kafanızın arkasındaki kadar eksik anlar ve anlatırsınız.
Seçim var seçim anlatan da dikkat etmeli dinleyen de.

SEVİN ÇOCUKLARINIZI


Yarışmayı öğretiyoruz yavrularımıza,
O gencecik sübyan beyinlere tırmanırken bir yere basmayı öğretiyoruz,
o basacaklarının arkadaşı olmamasını değil varacakları yerin önemini önemsiyoruz.
Sınıf arkadaşlığını normal dağılım eğrisine bir standart sapma karşılığı verdiğimizi,
Yanındakinin arkadaşı değil rakibi olduğunu öğretiyoruz farkına varmadan.
Yarışma ruhunun değil kazanma ruhunun esiri oluyoruz önce biz sonra yavrularımız.
Ders alan, çalışan ve görev olarak sosyalleşen gençliğin yirmi yıl sonrası ne olacak,
Birden insanca mı yaşayacaklar,
Birden arkadaşça mı davranacaklar,
Birden bizin ağrılarımızla mı uğraşacaklar,
Birden vatansever mi olacaklar,
Birden yaşadıkları topluma önderlik mi yapacaklar,
Yoksa yine kazanmaya,
Yoksa yine galip gelmeye,
Yoksa kazanmalarını sağlamayacak her şeyi yok saymaya devam mı edecekler.
O zaman kızmayacak mıyız?
O zaman yalnız kalan biz olmayacak mıyız?
Ölürken yalnız ama uzaktan başarılarını seyrettiğimiz evlatlarımız bize kızmayacaklar mı?
İnsanlığı öğretemediğimiz için,
Yaşamayı anlatamadığımız için,
Ben sadece yaptıklarımızın, yapmak zorunda kaldıklarımızın bize bir bedeli olduğunu sizlerle paylaşmaya çalışıyorum, evlatlarımızın veballerini toplumsal-mahalle- baskısıyla yüklendiğimizi bir durup düşünelim istedim.
Bir güzel şiiri de paylaşarak yine bildiğimiz gibi yaşamaya devam edelim istedim.
"Gençlere yalan söylemek yanlıştır.
Yalanların doğru olduğunu göstermek yanlıştır.
Tanrının gökyüzünde oturduğunu ve yeryüzünde
İşlerin yolunda gittiğini söylemek yanlıştır.
Gençler anlar ne demek istediğinizi. Gençler halktır.
Güçlüklerin sayısız olduğunu söyleyin onlara
Yalnız gelecek günleri değil, bırakın da
Yaşadıkları günleri de açıkça görsünler.
Engeller vardır deyin. Kötülükler vardır.
Ama varsa var ne yapalım: Mutlu olmazlar ki
Değerini bilmeyenler mutluluğun demeyin
Gençler, rastladığınız kusurları bağışlamayın,
Tekrarlanırlar sonra, çoğalırlar
Ve ilerde çocuklarımız, öğrencilerimiz
Bağışladık diye o kusurları, bizi bağışlamazlar." Yevgeni Yevtuşenko.


İş hayatında,
Ev hayatında,
Sosyal hayatta,
İnsan ile birlikte olduğumuz her yerde başımıza ne gelse çözer, analiz ederiz ve anlarız ve de kalan çözümsüz azlığı da “basit bir iletişim hatası” olarak tanımlarız.
Olayı küçültür önemsizleştiririz kendi gözümüzde,
Veya öyle sanırız.
Sorun küçük olmasaydı zaten çözerdik her büyük olayı nasıl çözmüşsek, sorunları nasıl aşmışsak bunu da aşardık aslında,
Ama sorun küçük,
Sanki pareto analizi yaptık,
Sanki sorunların yüzde seksenini oluşturan nedenlerin yüzde yirmisidir dedik,
Sanki tüm nedenleri önceden belirledik,
Sanki tüm nedenlerin en önemli yüzde yirmiyi sıraladık,
Sanki bunları çözdük,
Ama kalan,
Üzerinde düşünülmeye, çözümlenmeye, vakit harcanmaya değmeyecek boyutta olduğu için ihmal ettiğimiz,
Bu “basit iletişim hatası” takılıverdi ayağımız tesadüfen.
Bir de şöyle düşünsek insanların olduğu yerde yaşanılan sıkıntıların tek bir nedeni vardır o da bu “basit iletişim hatasıdır”.
Çözemediğimiz,
Çözemeyeceğimiz
Aşamadığımız,
Aşamayacağımız tek bir hatamız vardır o da iletişim hatalarımızdır.
Böyle tanımlanınca “basit iletişim hatası” birden tek ve en büyük hata haline geliveriyor.
Bir yaş civarında öğrendik konuşmayı,
Altı yaş civarında öğrendik yazmayı,
Yedi yaş civarında öğrendik okumayı,
Ve hiç öğrenemedik dinlemeyi.
İletişimin iki ana kolu vat yazılı iletişim ve sözlü iletişim.
Yazılı iletişim okumak ve yazmaktan kaynaklı. Bunların ikisinde de milletçe – genel olarak- özrümüz var.
Diğeri sözlü iletişim konuşmak ve dinlemek kaynaklı. Bunların sadece konuşma kısmını önemsiyor ve hep bir başkasının dinlemesi gerektiğini esas alıyoruz yaşamımızdaki tüm hayatlarımızda.
Hiç anlamadığımızdan, dinlemediğimizden kaynaklı iletişim hatasından yakınmamışızdır.
Ama anlaşılmadığımızı hemen tespit etmişizdir bir iletişim hatası olarak.

İşinizi önemsemeyin


Evet, evet işinizi önemsemeyin diyorum doğru okuyorsunuz.
Beni tanıyanlar bilirler bu sözü söylemeyeceğimi,
Benimle çalışanlar profesyonel çalışma konusundaki katı duruşumu, iş ahlakını, çalışmanın işini yapmanın ve o işe ait ücretin ayrı tutulacağını kaç defa duymuşlardır benden.
Ne kadar ekmek, o kadar köfte felsefesinin sadece kendi ahlakından taviz vermek olduğunu ve bunun yerine iş ile ücreti konusunda sıkıntı yaşandığı yerde kalıp mızıldamak yerine gitmenin ve kaldığın sürece işin gereğini yapmanın ne kadar onurlu bir duruş olduğunu söylemiş ve göstermişimdir.
Ama şimdi diyorum ki işinizi, işinizin size kazandırdıklarını önemsemeyin diyorum.
Statüler unvan değildir diyorum,
Hele sosyal statüler,
Toplumsal görevler,
Meslek gibi yapışmamalıdır insanın üzerine diyorum.
İş yerinde çalışırken yaptığınız işi iyi yapmanızdan kaynaklı arkadaşlarınızın önüne geçiyorsanız bunu meslek sanmayın o unvandır diyorum.
Bu geldiğiniz yere sizi getiren mesleğinizdir, doru yaptığınız iştir diyorum,
Bulunduğunuz yere siz bir şeyler kattıkça orada kalırsınız,
Bulunduğunuz yere siz değer kattıkça saygı duyulursunuz,
Bulunduğunuz yerde asıl değerli olan siz oldukça zirve size emanettir diyorum.
İşinizi kendinizin değerinden daha fazla önemsemeye başlayacağınız nokta da tam bu noktadır.
Değerli olan siz misiniz? Yoksa yaptığınız işin sizi getirdiği yer mi önemlidir.
İşte tam da burada ince çizgi var işin değil kendinizin önemli olduğunuzu fark edip fark ettireceğiniz.
Yoksa bulunduğunuz yer sizden değerli hale geliverir birden,
Yoksa bulunduğunuz yer size değer kazandırmaya başlar,
Yoksa yaptığınız iyi işler değil bulunduğunuz yer önemli olmaya başlar.
İşinizde bunu yaşarken çevrenizde meslek olmayan işleri meslek haline getirenlere ne demeli?
Sosyal statüler unvan değildir,
Toplumsal görevler statü değildir,
Politika meslek değildir.
Bu işleri yapacaklar biriktirdiklerini verecekler,
Yani eksilecektir demektir,
Kazanmak değil kaybedecektir,
Kazanmaya devam edilecek ise sıkıntı vardır!!!!
Bizde sıkıntı var.
Şimdi seçim sathı mahalline girerken bunlara da bakalım kendimizi sorgularken istedim.
Mesleksiz,
Mesleğini unutmuş,
Sosyal statüleri, topluma hizmet ediyorum sanarak aslında kendi boşluğunu statüsü ile dolduranları iyi tanıyalım istedim.
Kendimizi sorgularken, doğru olmaya çabalarken çevremizdeki yanlış yolda olanlara da bulunduğumuz her ortamda, sorulduğu her yerde ve seçim sandıklarında onların da doğrulmasına yardımcı olmamız gerektiğini unutmayalım istedim. 17.3.2011

En son beden terk eder bizi


Akıl, kalp ve beden üçlüsünden en sadık bedendir en son o terk eder bizleri.
Sevdiğimizin önce yüreği uzaklaşır,
Yüreğin gitmesinden akıl etkilenir ne kadar sorgulasa da olanı biteni o da terk eder sevdiğini.
Artık bize bakan göz o göz değildir,
Artık içi gülen göz yerine sadece bakan iki organdır,
Artık sizin için çarpan kıpırdayan yürek kalmamıştır,
Artık sadece görevini yerine getirmek için çarpmaya devam eder yürek.
Bedense devam eder gidip gelmeye,
Bedense idare etmeye çalışır,
Anlatamaz kalbin ve aklın onu terk ettiğini.
Seven anlar o bakan gözlerin o eski gözler olmadığını,
Seven anlar o yakınına geldiğinde kendi yüreği ile karşılıklı atışan ve dışarıdan duyulan gümbürtünün artık duyulmadığını.
Beden hala bir umut olur diye yalanına devan eder,
Beden hala utanır bırakıp gitmeye,
Ayıp sayar geçmişe,
Ayıp sayar sevdasına,
Ayıp sayar söylediklerine de gidemez ansızın.
Dünyanın sonunda bile sendiklerimizin önce aklı terk eder bu dünyayı,
Sonra yüreği.
Ama bedeni bırakıp gidemez,
Bırakıp gidemez sevdiklerini,
Sevdiklerine ayıp sayıp.
Artık beden arkasından ağlanır,
Ağıtlar yakılır sonra emaneti alıp toprağa bırakır sevdikleri.
Her zamanen son bedeninin dili anlatır sevdiğinizin aklının ve yüreğinin sizi terk ettiğini.
“suçlayamam seni bırakıp gittiğin için beni,
Şükür ki girdin yaşamıma! Diyebiliriz ancak ardından.
Aklımızın, yüreğimizin ve bedenimizin aynı anda sevdikleriyle yaşamak ne güzel,
Bu dünyanın gerçek hediyesi, büyük ikramiyesi, gerçeği sadece bu.
Mutluluklar sadece,
1.3.2011


İki kadınla bir evi paylaşmanın zorluğunu geçen zaman içinde daha fazla algılıyor ve ağırlığının artarak belimi büktüğünü hissediyorum.
İyi tarafları olmasına rağmen, böyle bir yaşamın tercih nedeni iyi tarafları ve beklentileri olmamalı bence, olumsuzluklarını bilmeli ve tercihimizi buna göre yapmalıyız diyorum,
Öyleyse iki kadınla bir evi paylaşmanın risklerini ben anlatayım, kendi adınıza siz karar verin nasıl bir ev yaşamı istediğinize.
Bilinenin aksine iki farklı yaşamı bir eve ve bir insanın üzerine sıkıştırmak aslında.
Buradaki iki yaşam sizin yaşamınızı kapsamıyor, bu iki yaşam evdeki iki kadının yaşamlarıdır sadece.
Bu nedenle buradaki iki farklı yaşam sitiline, birbirinden farklı önceliklerine ve her ikisinin aynı çatı altındaki farklı ve katı yaşam şartlarına ayrı, ayrı uyma zorunluluğumdan bahsediyorum. Şartlar beni riskli ve değişken davranış sitiline zorluyor doğal olarak. Hep ateş hattındaki asker gibi ne zaman siperden kafanızı çıkaracağınıza doğru karar vermelisiniz.
Tabi bu sürekli şekil değiştirmeler ise maalesef kalıcı deformasyona neden oluyor zamanla.
Bu da böyle bir yaşamın meslek hastalığı denilebilir.
Her ikisi de kendi yaşamını evin kalanına yansıtmaya çalışıyor.
Evin şimdiye kadar patronu ve tek hakimi olan kadın son gözdenin sınırları zorlamasına kadar sıkıntı yaşamaz, hatta olayın mutlu taraflarını öne çıkarır.
Bu çatışmaların başlaması kuralların son gözde tarafından sorgulanması ile başlar.
Çatışmanın derinleşmesi veya şiddetli hal alması yani riskli hale gelmesi durumunda yeni gözde “ben küçüğüm” taktiğini bulmakta gecikmez.
Bu her zaman işe yarayacak bir çıkış yoludur artık.
Her ikisi de kendi tarzını evin kalanına yansıtmaya çalışıyor demiştim ya o kalan kısım benden ibaret sadece. Bütün bunlar cansız bir evdeki iktidar kavgasındaki tek vatandaş olarak bana uygulanıyor.
Bitmek bilmeyen söz sahibi olma ve kendi isteğinin diğer kadına ve evin kalanına uygulatma mücadelesi arasında evin kalanı olma riskini aşmanın da yolları var, bunları geliştirmek ve uygulamak zorundasınız. Bu iktidar kavgasında kazanılan iktidar süre ve güç olarak o kadar çeşitli ve değişken ki bu iktidarların hiç birini kendi adınız faydaya dönüştürme cahilliğine veya sevdasına kapılmayın. Bu iktidarlardan hiç birisi sizin pozisyonunuzu iyileştirmeyeceği gibi size fayda da sağlamaz. Sizin vatandaş olarak yaşam şartlarınızın en riskli olduğu dönemler iktidarın el değiştirme süreleri ve bu sürelerde takınacağınız tavırdır.
Bir tarafa güvenip tutsanız bir tarafı o aniden gelen erken seçim veya bir tercih ile oluşacak yeni düzen aynı zamanda sizin bilinmez bir sonraki seçime kadar değil her iki kadının sonsuz lanetine sürükler.
Gün olur iki kadının kendi aralarındaki hiç tahmin edilemez boyuttaki, değişken çatışmasının arasında kalabilirsiniz. Haklı olanın hakkının verilemeyeceği ve haksız olanın da dersinin verilemeyeceği bu süreci hasarsız atlatmak son derece zordur.
Tüm bu gerginliğin sonrasında yaşanacak son derece uyumlu ve kadınsal işbirliğinin de arasında kalabileceğinizden bazen duymamayı, bazen görmemeyi öğrenmelisiniz.
Tüm bunlara yaşadığınız ve yaşam ilerledikçe toplamda yaşayacağımız keyif ve mutluluğun hatırına katlanıyorsunuz.
Kızınız büyüdükçe zorlanacak bu yaşam tarzına ayak uydurmaktan öte son gözdenizle yaşamı paylaşmayı ihmal etmemek en doğru tercih beklide,
Kızınızın büyümesini kaçırmamak zamanı durduramasak bile yakalamak en doğru tercih beklide,
Hayat’ım yaşama girdiği tarihin (28.2.2005) etkisinden kurtulamadan her geçen yıl yaşamımdaki kapladığı alanı büyütmesini en fazla sene’i devriyelerinde durup hissedebiliyorum.
Altıncı yaşın kutlu olsun kızım Hayat.
(26.12.2009)

Yenigün’e uyanırken,


İnternetten bir dostumun gönderdiği mesajı paylaşmak isterim sizlerle;
Yaşadığı şehirden, bulunduğu ortamdan kısacası yaşantısından sıkılan bir adam, cebindeki az miktar para ile yanına hiçbir şey almadan bulunduğu kenti terk edip daha önce hiç bilmediği bir ülkeye gitmiş. Oraya henüz alışmaya çalışırken birden bir ses duymuş. Bir çığırtkan, avazı çıktığı kadar meydanda bağırıyormuş:
- Tiyatro! Gelin! Kaçırmayın! Bu akşam Tiyatro!
Adam hayatında hiç tiyatroya gitmemiş ve inanılmaz derecede merak etmiş. Biletin nereden alındığını öğrenmiş. Bilet fiyatı cebindeki tüm para kadar olmasına rağmen hiç tereddütsüz bileti almış. Başlamış merakla oyunu izlemeye. Oyun bitmiş, herkes dağılmış ve bizim meraklı öylece kalmış, izlediği muhteşem oyun karşısında. O sırada temizlikçi tarafından salonu boşaltmak için ikaz almış.
Adamsa seyrettiği oyunun etkisi ile müdür ile konuşmuş ve ne olursa olsun ne iş olursa olsun buranın bir parçası olmak için çalışmak istediğini belirtmiş. Müdür çok şanslı olduğunu, şu sıralarda bir temizlikçi aradığını fakat önce onu denemesi gerektiğini ifade etmiş ve denemek üzere aylardır el değmemiş bir kütüphanenin temizliğini uygun bulmuş.
- İşte burayı temizle. Eğer beğenirsem seni işe alırım demiş ve gitmiş. Tiyatro aşkının verdiği şevk ile temizlik beklenenden kısa sürede bitmiş. Müdür odayı görmeden adamın samimiyetine inanmamış. Onu diğerleri gibi işi savsaklayan biri sanmış. Fakat odanın temizliğini görünce hayretler içinde kalmış. Aylardır içeriye girilmeyen oda gıcır, gıcır oluvermiş. Müdür bu çabuk ve becerikli adamı işe almaya karar vermiş.
- Tamam, seni işe alıyorum
- Fakat benim yatacak yerim yok.
- O zaman burada yatarsın ve işe daha erken başlarsın.
Müdür odadan çıkarken sormuş,
- Adın neydi senin buraya yazalım demiş. Aldığı cevap ise,
- William! William Shakespeare! olmuş.
Bu hikâye hem insanı dehşete düşürücü hem de ilham verici. Shakespeare tiyatro yaşantısına bu şekilde başlamış. Tam kırk (40) yaşında... Tiyatroyu o yıllarda tanımış ve büyük bir azimle o muhteşem oyunları yazmış. Üstelik büyük bir fedakârlık göstermiş mesleği için.
Meslek hayatı boyunca sadece üç saat uyuyarak yaşamını sürdürmüş. Sabah erken kalkıp oyun provasını yapıyor oyununu oynuyor ve akşam yeniden oyun yazıyor...
Bu böyle sürüp gitmiş.
Bu hikâye benim burada yazma konusundaki ısrarımı ve aldığım büyük keyfi temsil ettiği için öncelikle sizlerle paylaşmak istedim. 12. Yaşını kutlayan YENİGÜN gazetesinde haftada bir amatör yazı yazan ben için bu 45 yaşımdan sonraki en büyük keyiflerden biri, ama adım William Shakespeare değil ne yazık ki. O yüzden yıllar sonra anlatılacak bir hikâyenin başrol oyuncusu değilim. Ayrıca bu kadar radikal yaşamadığım için hikâyemin yıllar sonra paylaşılmasını da hak etmiyorum.
Bu kadar radikal yaşayan bilmem kaç kişiden sadece birinin adının şimdiye kadar ve beklide sonsuza kadar paylaşılacak olmasının hak edilecek bir çıktısı var ama bizimki sadece dost sohbeti!
Ben bu gazeteyi buraya taşıyan ve sonrasında yükünü sırtında taşıyacak herkese sonsuza uzayacak bir teşekkür edebiliyorum o kadar,
Haftaya görüşmek üzere. 17.2.2011


Sevenlerimizi değil sevmeye çalıştıklarımızın heyecanı sarar hep yüzümüzü.
Severken ve sevilirken değildir asıl heyecanımız,
Bulduktan sonra değildir kalp atışlarımız,
Beklentilerdir bizi heyecanlandıran,
Veya ihtimaller bizi hareketlendirir.
Hani bir söz vardır, en büyük eğlence eğlenceyi beklemektir diye.
Ne doğrudur bilirsiniz.
Bir babanın kızını sevmesi değildir kızı heyecanlandıran,
Bir annenin oğlunu sevmesi değildir oğlunun heyecanlandığı.
Bu garanti sevgiler kadar derin olmasa da beklenen sevgi heyecanlıdır.
Bulduklarımız değildir, bulmayı umduklarımızdır büyük olan,
Bulacağımızı sandığımızdır en büyük sevdamızdır.
Bunun önce peşinde koştuğumuz olduğunu sanırız ulaşıncaya kadar,
Ulaşınca onun da “o büyük sevdamız olmadığını” fark ederiz.
Böyle ararken sevgimizin asıl sahibini,
Veya en büyük sevdayı,
Belki de hiç bulamayacağımızdır asıl sevilecek olan.
Ulaşamayacağımızdır.
Bulunamayacağı sevmektir belki de sevdanın hası.
Elindekilerle mutlu olamayan bizler,
Var olandan dolayı şükretmeyi beceremeyen bizler,
Hiç bulunamayacağın peşinde koşan bizler,
Mutsuzluğu arıyor gibiyiz bir taraftan da.
Mutluluğun, sevilmekten geçtiğini öğrenebilsek ne kadar kolaylaşırdı mutluluk.
Sevilmenin mutluluk olduğu bir yaşamı kurabilmek o kadar kolayken nedir bu kendimize verdiğimiz sonsuz ceza.
Bir başka acı nokta da;
Elimizde avucumuzdayken sevenlerimiz,
Garanti sevgimizden mutlu olmayız da,
Gitmesi bizi etkilemeyecek sanırız da,
Alıştığımızı fark etmeyiz de,
Varlığına alıştığımızı inkar ederiz de,
Yok olunda düşüveririz kara sevdaya.
Yani garanti sevginin farkına da kaybedince anlarız bizler.
Biz mutluluğu sevmiyoruz,
Hüzne,
Acıya,
Beklentilere,
Kimsesizliğe aşık gibiyiz.
Garanti sevgilerimizle yaşamanın farkına varmak,
Garanti sevgilerimizle yaşlanmanın keyfiyle sürülecek bir ömür dileklerimle. 10.2.2011

Ne kadar griyiz!


İyi insan ve kötü insan kime göre ve neye göre!
Kötülüğü görmeden iyiliği tanımlamak ne kadar zorsa, iyiliği görmeden de kötülüğü anlayamayız elbet.
O zaman iyilik için kötülüğe ihtiyacımız var dersek ne kadar ciddileşir konu.
Sizin iyiliği anlamanıza, tartmanıza, tasnif etmenizi sağlamak kötülüğün var olamsıyla ise kötülük kötü’müdür!
Kötülük olmasa iyilik olmaz demek yanlış mıdır?
Sıfatları anlatmak işte bu kadar zorlaşır bazen ve şaşırtır bizleri.
Bir Kızılderili dedenin iki köpeği varmış. Renkleri siyah ve beyazmış. Siyahın adı kötülük, beyazın adı ise iyilik imiş.
Bir gün kavga ederken gören torun dedeye sormuş.
- Dede hangisi kazanacak kavgayı! Kötülük mü, iyilik mi?
Dedenin cevabı kola,
- Ben hangisini iyi besler ve yetiştirirsem 
Yaşamımızda da böyle değil mi? Neye hizmet edersek o kazanmıyor mu? Yaptıklarımızın sonucunda oluşan sonucun iyilik veya kötülük olması bizim davranışlarımızın net çıktısı değil mi?
Aklında insanlar ile paylaşamayacağın ne kadar çok düşüncen var, b
Bunu hiç sorduk mu kendimize?
Aklında insanlar ile paylaşamayacağın ne kadar çok karşındakine ait düşüncen var,
Bunu paylaşabildik mi karşımızdakilerle?
Özetlersek;
Aklında insanlar ile paylaşamayacağın ama karşındakinin iyiliğine olmayan düşüncen var,
Aklında insanlar ile paylaşamayacağın ama yaşadığı zor duruma sevindiğin an var,
Aklında insanlar ile paylaşamayacağın ama yaşadığı sevinci paylaşamadın an var,
Sizin çevreniz tarafından algılanmanız sizin çevrenize sunduklarınız ile, söyledikleriniz ile ilgilidir.
Kendinize sakladıklarınız,
Paylaşmadıklarınız,
İçinizde yaşattıklarınız ise sadece size aittir.
O yüzden algılanmanız nasıl olursa olsun sizin nasıl biri olduğunuzu en çıplak siz, sadece siz bilirsiniz.
Sunduklarınız nedeniyle algılanmanız ile, içinizde yaşattıklarınız yani gerçek siz arasındaki orana insanlık oranı diyebiliriz.
Bu oranı siz kendi adınıza artık kendinize yalan söylemeden hesaplayabilirsiniz sanırım.
Formül ortada, veriler sadece sizde.
O halde oran ne olursa olsun,
Oranlar ne kadar değişirse değişsin:
İnsan ya iyi insandır, ya kötü.
Dediğim gibi oranınız yanıltmasın sizleri,
Ya iyidir insan ya kötüdür.
Siz hangisisiniz?
Siyah beyaz yaşamın içindeki grilikler kurtarmaz hiç birimizi kendimizin mahkumiyetinden.
Ama sonucu bilmek korkutur ve değişmeyecek sonucu hesaplamak sadece kırar bizleri.
Öyleyse boş verelim hesabı kitabı ama unutmayalım ki;
Siyah ve beyaz renklerin değişik oranlarda karıştırılması elde edilen bir renk olan gri, gözün en rahat algıladığı renklerden biridir ama;
Karşındakinin kötülüğünden sana iyilik çıkmaz,
Düşüncenin kötüsünden iyilik çıkmaz,31.12.2009

Bilgisizlik iyidir,


Hasta olursun hastalığını bilmezsin sonuna kadar yaşam kaliteni en üstte tutarak yaşarsın,
Hasta olursun sana tüm detayları ile anlatırlar, bilinçlendirirler o andan itibaren hastalığın her safhasını hissedersin ama yaşamdan koparak belki de sonu olması gerekenden önce görürsün.
İletişimin az olduğu eski devirlerde yöneticiler vatandaşlarına sundukları ile yetinip huzur içinde yaşıyorlardı.
İletişimin artmasıyla doğu bloğunun dağılması arasında hiç mi bağlantı yok.
İletişimin arttığı son 50 yılda herkes herkesten haberdar oluyor ve ilişkiler, sıkıntılar, krizler, direnişler bölgesellikten çıkıp küreselleşti.
Herkes birbirini tetikleyen domino taşı gibi dizildi birbirinin ardına.
Artık herkesten herkes etkilenir oldu dünyamızda.
Birde o bilgisizliğin insan yaşamına kattığı huzur vardır ya paha biçilmez.
Bilmediğinle bilmeyerek rahatça yaşarsın.
Öleceğimizi bilmeden sonsuz yaşam sahibiymiş bibi yaşamıyor muyuz?
Komik kazaları gösterirler kimi zaman televizyon programlarında, ikinci defa izlerken siz heyecanlanır ikaz etmek istersiniz refleksle ama mağdur bilmediğinden nasılda keyifli duruyordur. Biraz sonra yüzünde patlayacak pastanın farkında olmadan!
Bilmediğin tanımadığın ve eksikliğini hissetmediğinle eksikli gibi yaşamaz insan.
Tam gibi yaşar.
Bir gün gelir biri girer yaşamına,
Yokluğundan eksikli olmadığın,
Varlığının boyutunu bilemediğin,
Yaşamının şimdiye kadarını tam olarak ördüğünü düşündüğün bir zamanda ona yer yokken biri girer yaşamına,
Yokluğu bir şey hissettirmezken gitmesinin vakum oluşturacağı biri olur.
Bu durum yaşamımıza giren herkes için geçerlidir.
Girmeyenler,
Bilmediğimiz yaşamın temsilcileri,
Yokken yok kalmaları en iyisi değil mi!
Hani herkesin bize kattığı bir şeyler vardırı paylaşırken anlattığımız gibi yoklukları da vakum oluşturur gidenler.
Bilginin bu kadar hızlı insan yaşamına karıştığı, yönettiği, yönlendirdiği bu dönemde böyle bilgisizliklerle bir miktar huzur bulalım istedim.
Bilmediklerimizden, tanımadıklarımızdan telaşlanmayalım onlar bizim huzur kaynağımızdır!

İZ’SİZ KALMAK!


Her birimizin yaşamları içindeki hayatlar bizi tanımlayan birer parçadır.
İş hayatı,
Ev hayatı,
Aile hayatı,
Sosyal hayat,
Gizemli, uzak, sakin ve herkesin kendine özgü mola yerleri olan paralel hayatlar.
Yani yaşamınız içinde farklı, farklı insanlarla beraber olur, bu insanlarla paylaşırsınız hayatlarınızı.
Yaşamınız içindeki insanların hepsinin birbirini tanımalarına gerek yoktur,
Hatta tanımaları imkânsızdır,
Hatta tanımamaları sizim çeşitliliğinizdir
Ve bu çeşitliliğiniz bizim renkliliğimizdir, kokunuzdur.
Bu hayatları birbirine bağlayan tek bağ siz olabilirsiniz.
Bana soracak olursanız en güzeli de budur. Bir bahçe düşünün hepsi aynı renkli, aynı kokuda, aynı cins çiçeklerle dolu. Böyle bir yaşam bahçesi yerine renkli kişilikleri olan farklı ve her biri size bir şeyler katacak insanlarla dolu bir yaşam bahçesi daha renkli cıvıl, cıvıl ve rengârenk olmaz mı? Yani daha yaşanılası, daha keyifli olmaz mı?
Sonuçta bu hayatlar toplanarak sizin yaşamınızı tamamlıyorlar.
Yaşam bahçenizdeki her renk, her koku sinmeyecektir size. Siz ne kadar alabilirseniz, ne kadar almak isterseniz ve ne kadarını taşıyabilirseniz; işte bunların tamamı şimdi karşımızda duran sizi oluşturur.
Siz yaşadığınız hayatların toplamı ile tanımlanırsınız çevrenizde.
Siz bu hataların tamamı ile oluşursunuz, tamamlanırsınız.
Herkesin yaşamında bazı hayatların içindeki rolleri biraz daha öne çıkar kimi zaman.
Sizi tanımlamak için,
Sizi anlatmak için,
Sizin sıfatınız olarak, kullanılır.
Bu rolünüzdeki başarılarınız ve yaptıklarınızla çevrenize örnek olmanız sizin bu hayatınızı diğer hayatlardan öne çıkarır.
Bu bazen başarılı bir iş hayatıdır,
Bazen başarılı bir ev hayatı,
Bezen başarılı bir sosyal hayat,
Bazen de bir hobinin öne çıkmasıdır.
Siz başarılı olduğunuz konuda “ modelsiniz” dir. İz bırakıyorsunuz demektir.
Sümüklü böcek sahip olduğu tek yaşam ve tek hayatında bile iz bırakmayı becerir. Siz yaşamınız içinde hangi rolünüzde iz bırakıyorsunuz. Hayatlarınızın en azından birinde iz bırakabiliyor musunuz? Kendinizi bir kez daha gözden geçirin.
Çok sevdiğim bir hikâyeyi de sizinle paylaşarak bu konudaki ısrarıma devam edeyim.
Japonya’da bir kazada sol kolunu yitiren bir çocuğu babası bir karate hocasına teslim ediyor. Psikolojik sıkıntılarını atlatması ve gelişimine eksiksiz devam edebilmesi için.
Hocası çocuğa tek bir hareket gösterir. Aradan bir zaman geçer hala aynı hareketi devam ederler. Çocuk merak eder ve sorar ama cevap yok. Çare de yok aynı harekete devam. Yıllar geçer çocuk büyür ve hocasının ısrarı ile ciddi bir müsabakaya katılırlar. Çocuğun aklından geçmez herhangi bir müsabakayı kazanmak ama yine de ilk müsabakayı, ikinci, üçüncü müsabakayı kazanır ve finale çıkar çocuk. Çocuk bunların hepsinin bir tesadüf ve şans olduğunu bildiği halde bir anlam verememekte ancak müsabakaları çok kısa sürmekte ve ilk hamlede sonuçlanmaktadır.
Final maçı öncesi de hocasından ne yapacağını ve nasıl bu maçları kazandığını sorar yine cevap yok. Uzatmayalım, son maçı da kazanır ve şampiyon olur.
Çocuk tek bir hareket bildiği halde nasıl rakiplerini alt ettiğini sorar hocasına. Artık hocası açıklamalıdır bu mucizenin nasıl olduğunu. Hocası, onun tek bir hareket bildiğini ama rakiplerinin bu hareketten kurtulması için, rakiplerinin onu alt etmesi için sol koluna ihtiyacı olduğunu ama onun sol kolu olmadığı için rakiplerinin kendilerini savunamayarak, ona mağlup olduklarını anlattı.
Görünen o ki rakiplerinin gelecekte de bu çocuğa karşı hiç şansı olmayacak.
Bir şeyi bilip onu en iyi yapmak, yaşamınızda hangi hayatınız içinde olursa olsun ama en azından birinde sizin iz bırakmanızı sağlar.
Tilki gibi pek çok numaranız olacağına kirpi gibi tek bir numaranız olursa kolaylıkla alt edersiniz tilkileri ve tilkinin yerine sizi anlatırlar, siz iz bırakırsınız.
İz bırakmak sadece bir fantezi değildir yaşamda,
İz bırakmak bir sorumluluktur, görevdir,
Kendimize,
Çevremize,
Karşı yüklendiğimiz.
Bu dünyada yaşıyor olmanın başka sorumluluğu yok sananlar bir kez daha düşünsünler bu konuyu.
İz’siz kalmanın ayıbı ile mi yaşayamaya devam edecekler,
Yoksa iz bırakmanın bir yolunu mu arayacaklar.
Düşününce iyi yaptığınız o kadar çok şey yakalayacaksınız ki siz bile şaşıracaksınız eminim.
Tarihe damga vurun demiyorum,
Tarihin akışını değiştirin demiyorum,
Çevremize bir şeyler katın,
Yaptıklarınız kalıcı olsun diyorum.
Size huzur versin, sizi mutlu etsin diyorum.
Günlük temponuzdan sıyrılabilecek,
Biraz da ruh sağlığımıza katkısı olacak bir şeyler yapın/ yapalım diyorum.
Bu dünyada bir izimiz olsun diyorum.
Bu haftalık ta bu kadar efendim, dilerim bir hepimiz birer sümüklü böcek gibi iz bırakmaya başlarız bir an önce.

Nasihatler kimin için!


“Kendimi her zaman mutlu hissederim. Neden biliyor musunuz?
Çünkü kimseden bir şey ummam.
Beklentiler daima insanı yaralar.
Hayat kısadır.
Öyleyse hayatınızı sevin.
Mutlu olun ve gülümsemeye devam edin.
Sadece kendiniz için yaşayın
Ve
— Konuşmadan önce dinleyin,
— Yazmadan önce düşünün,
— Harcamadan önce kazanın,
— Dua etmeden önce bağışlayın,
— İncitmeden önce hissedin,
— Nefret etmeden önce sevin,
— Vazgeçmeden önce çabalayın,
— Ölmeden önce yaşayın.
Hayat budur. Onu hissedin, onu yaşayın ve ondan
hoşnut olun demiş William Shakspeare.”
Çok sevdiğim bir arkadaşımın gönderdiği mesajdan aldım bu satırlar.
Okuyunca ne kadar kolay geliyor mutlu bir hayatın formülü!
İnsanlar yaşadıkları süre içinde başlarından geçenleri ve başlarına gelenleri bir sonraki nesil ile paylaşırlar. Bunlar bazen bir söz, bazen bir şiir, bazen bir hikâye, bazen bir türkü olarak gelir karşımıza.
Acılarını, yanlışlarını paylaşırlar ki kendisinden sonrakiler aynı durumda aynı hataları yapmasınlar diye.
Hayvanlarda bu var mıdır? Bilemiyorum. Ama bilim adamlarına göre hayatlarını devam ettirmenin yolu bir önceki nesilden öğrendiklerini uygulaması. Nesillerini devam ettirmenin yolu bu ise nesilleri devam edenler nasihatlere uyuyorlar demektir, uymayanları da ancak ansiklopedilerde görebiliyoruz zaten.
Bizlerin uymama nedeni acaba neslimizin tehlikede olmadığı varsayımımıdır bilinmez ama biz insanlar kendi yaşadıklarımızdan bile ders almıyoruz yaşamımız içinde.
Ne demiş büyük şair Mehmet Akif Ersoy “'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? ”
Evet, kendi yaşamımız için başkalarının yaşadıklarından ders almıyoruz.
Evet, yaşadığımız her şeyin -başkaları benzerini yaşasa bile- bize özel olduğunu düşünüyor ve başkalarının tecrübesinin bize uymadığını kabul ediyoruz, biz kendi şartlarımıza göre kendi kararımızı veriyoruz her zaman! Sonuçlar aynı olsa bile.
Evet, başkalarını okuyor,
Evet, başkalarını dinliyor,
Ama bildiğimizi yapıyoruz.
O yüzden Shakspeare söyledikleri önünde saygıyla eğiliyor biz bildiğimizi yapmaya devam edeceğiz.
Uysanız da, uymasanız da ben size nasihat etmiş olayım dedim

Bu üçlüye dikkat!

Yaşamımızı bir şekilde yaşanabilir kılmak elimizdedir. Yaşamın içinde bize bağlı damarlardaki tıkanıklıklar biz sıkıntılara sürüklediği anlarda bile bir çıkış yolu bulma çabasını kendimize yüklemek ve bunun peşinde koşmak bile yaşamın içindeki o tıkanıklığa stent takmak gibidir. Acil durumu atlatınca isterseniz by-pass yaparsınız.
İçinizde bir yerlerde inanç saklamalısınız. İçinizdeki bu inanç sizin yaşamınızı güzelleştirecek saç ayağından biridir. Bir işe başlarken onun olacağına dair inancınızın olması ve o işi bu şekilde yapmanız işin olma olasılığını arttıracaktır mutlaka. İsteksiz iş olmaz derler atalarımız. Bir işi yapıyorsanız olması için, tüm bedeniniz ve ruhunuzla çabalamalısınız. Olacağınız dair inancınız tam olmalı. İnanmadığımız işe başlamak ve ona çaba harcamak israftır sadece. Olması bile bizi mutlu etmez hayatımızı güzelleştirmez. İnandığınız işin olumlu sonuçlanması yaşamımızı güzelleştirir.
En güzel duygulardan biri de güvendir, güvenebilmektir. En azından bir kişiye sırtını dayayıp göremediğiniz yanınızı sizin gözünüzle koruyacak ve onun göremediğini de sizin koruyacağınız bir kişiye herkesin ihtiyacınız vardır. Çok sıradan kullanarak eskittiğimiz arkadaş kelimesinin asıl çıkış noktası olan iki kişinin bir savaş alanında birbirini koruması için sırt sırta vermesi ile oluşan takımın adıdır arkadaş. Böyle biri yoksa savaş alanında savunmasızsınız!
Bir baba çocuğunu yukarı atar, çocuk düşerim korkusuna kapılmadan bu oyunun keyfini çıkartır. Güven işte böyle güzelleştirir yaşamı ve güven işte böyle mutlu eder adamı.
Yine büyük şair Can Yücelin dizelerine kulak verelim.
“yaşam denilen üç gündür,
Dün yaşandı bitti,
Yarın meçhuldür,
O halde yaşam bir gündür o da bugündür”
Evet, yaşam hissettiğimiz andan başkaca bir şey değildir. Yaşamın ne zaman biteceğini bilmememiz yarını meçhul yapıyor bizim için. Yaşadığımız andan sonrası herkes için meçhuldür evet doğru, ancak insanoğlu sonsuz yaşayacakmış gibi sürdürür yaşamını. Ölümü düşünerek sürdürmeyiz hiç birimiz yaşamımızı. Yaşam enerjimizin kaynağı ne zaman duracağını bilmediğimiz nefesimizin devamını sorgulamadan yaşayabilmektir. Yarın uyanacağını bilmeden yatağında yarına plan yapmaktır yaşama saygı. Bu ümittir.
Ölümün korkusuyla yaşamın içinden uzaklaşmak yerine, yaşamın devam edeceği ümidiyle direnmektir.
İşte inanç, güven ve ümit bizi bu yaşamda mutlu eden, bu üçlü bizim yaşamımızı her şeye rağmen yaşanır kılan dostlarımızdır.
Bu üçü varsa yaşam güzeldir, ( 9.12.2010)

Siz öldünüz!


Bazı kitaplarda kendinizi daha iyi tanımanız veya kendi kendinizi tanımlamanız için önerdikleri bir yöntem var.
Kedinizin öldüğünü düşünün. Cenaze töreninde de sizin hayatlarınızda sizi en iyi tanıyanları hayali olarak konuşturun. Yaşamınızı oluşturan hayatlarınızın tamamıyla bütünleştirdiğiniz yaşam çemberinde siz ne durumdasınız bir özet yapın kendi kendinize.
Siz insanları konuşturacaksınız, size göre konuşacaklar tanıdıklarınız, dostlarınız ve herkes.
Bu denemeyi düşünürken birden bunu değil de neleri bir an önce yapacaktınız da yapamadınız bir de onu düşünün, kimlere ne diyemeden öldünüz acaba? Hangi dostlarınıza hangi itirafı yapamadınız veya yarın yaparın diye pervasızca ertelediğiniz neler! Ve yapamadan öldüğünüz hangi hobileriniz öksüz kaldı aniden.
Bırakalım konuşulacakları,
Bırakalım arkanızdan yapılacak övgüleri,
Bırakalım yaşamdan kopuşumuzu,
Biz eksik bıraktıklarımızı düşünelim bence.
Biz öksüz bıraktıklarımıza yanalım.
Ölüm ölen için değildir, ölen bilmez ölümün acısınız, ölmek giden için değildir kalanı öksüz bırakır.
Kalan yaşamak zorluğuyla ve eksikle direniz yaşama.
Ölüme hep yaşayanlar rol biçmiş,
Ölümü hep yaşayanlar tanımlamıştır.
Oturup siz tanımlayın bakalım ölünceye kadar
Göstermediğiniz sevgi ne işe yaradı,
Söylemediğiniz övgü kalınca içinizde, ölümün ne işine yaradı?
Okşamadığınız yanaklara ulaşamayınca daha mı bir sıcak oldu avucunuz!
Kıskandığınız iyilikleri yanınızda götürünce bir faydası oldu mu bari!
İşte bunları yaşarken fark etmeyince,
Ölümde bunlar olmaksızın sizi aniden alıverince,
Kalan öksüzlüklerin toplamı yaşamın toplamını geçiverince!
Korkarız yaşarken ölümden….
Arada bir yaşarken ölünce bu öksüzleri görünce belki yaşamı ve yaşamın içindeki hayatlardaki temaslarımızı bir daha yorumlarız,
Kıskanmayız sevgileri ve dokunmaları.
Yaşamayı sevimli yaparız fark etmeden,
Ve ölünce ölüm yaşanmayanlardan öksüzleri üzeceğine kendi üzülür!
23.12.2010

Blogger Template by Blogcrowds