Saatiniz var mı?

Yaşam saatinizi hiç kontrol ettiniz mi?
ileri mi gidiyor yoksa geri mi kalıyor.
Saatiniz kaç?
Yaşamı kaç geçiyor saatiniz, geç mi kalıyoruz!
Hayata kaç kaldı,
Hakem maçın sonunda tabelayı kaldırdı mı?
Ben eskiden beri geç kalmamak için beş dakika ileri ayarlardım saatimi.-)
Bir de fark ettim ki yaşam saatim de ileride!
Benim ki ileri gidiyor ve beni yoruyor.
Hep bir şeyleri bitirmenin telaşı?
Hep eksiklerin sonlandırılması aceleciliği?
Hep bu telaşın ve aceleciliğin verdiği işin yapma süresinin kısaltma gayreti?
Hep bu sıkıştırma gayretinin sonucunda atlanılan küçük detaylar?
Hep atlanılan detayların sonrasında!
Bazen tamamen bozulması yapılan işin,
Bazen tamir bile edilememesi,
Bazen de kaybedilmesi sevgilerin.
Bir şeyi parçalarına ayırıp toplamaya çalışmışsınızdır mutlaka veya yeni aldığınız ve montajının yapılması gereken bir eşya almışsınızdır mutlaka.
Düşünmeden ve hızla başlanır,
Göze kolay görünecek boyuttaki büyük ve esas parçaları koymaya başlanır.
Çözülemeyen aşamada – şansınız varsa- montaj talimatına bakılır.
Şansınız yok ise işi eksikli olarak takılmadan tamamlarsınız.
Çalıştırırsınız!!!!!
Tık yok?
Montaj talimatını açıp başlarsınız geri sökmeye, hatayı bulamazsınız dönersiniz başa.
Yine şansınız var ise bozmada, kırmadan sökebilirsiniz parçaları, öncekine göre daha da yavaş başlarsınız toplamaya. Kaybettiğiniz zaman olması gerekenin üç katına yakındır çoğu zaman.
Yani yaşam saatinizin ileri gitmesi size zaman kazandıramamış aksine yaşamınızın zamanını kaybettirmiştir size.
Yaşam saati ileri gidenler aslında yaşam yorgunudur,
İşleri bitirme telaşının arka planında yaşamını bitiriyordur,
Bugünü kaçırarak meçhul yarına koşarken saatin durmayacağını unutuyordur.
Can Yücel’in dediği gibi
-yaşam üç gündür
Dün yaşandı bitti, yarın meçhuldür
O halde yaşam bir gündür o da bu gündür demiş.
İşte yaşam saati ileri gidenler bugünü es geçiverirler
Yeryüzünde dünya lezzetini alma açısından hayvanlara yetişemezsiniz. Çünkü onlar sadece şimdiyi yaşarlar. Hayatın ağır yükünü yere bırakalım, üzerine oturalım. Hayvanlar beceriyorsa biz beceremez miyiz? Beceremesekte emek harcamalıyız bu yolda.
Beceremeyenler de var, becerebilenler de tabi.
Becerebilen ustalar vardır, bilmeden yaşam koçluğu yaparlar insanlara.
İzlerken sıkılırsınız önce,
Yavaşlıklarından sıkılırsınız,
Bitmeyecek sanırsınız,
Sonsuza kadar aynı işi yapacakmış gibi gelir sizlere.
Yaşam saati geri kalan yaşam üstatlarıdır onlar.
Bir işi hiç bitmeyecekmiş gibi sabırla yapan zaman bilgeleridir onlar,
İşlerini tek seferde ve hiç hatasız bitiren zamanın terbiyecisidir onlar.
Sanırsınız ki zaman onlar istemedikçe ilerlememektedir.
Hani bir söz vardır “yolundan giden yorulmaz” diye tam bu zaman üstatlarına dairdir.
Benim gençliğimin kamyon şoförleri hiç telaş etmezler.
Onlar ömür biter yol bitmez derler,
Molalarda bir ömrü geçirecekmiş gibi,
Kamyonla neredeyse yürüme hızıyla rampa çıkarken zamanı durduracakmış gibi ifadesizlerdir.
Benim becermeye çalıştığım; yaşamın içinde ki hayat dediğim her dilimi – ki en büyük dilim Hayat’ıma ait olmak üzere- olabildiğince yavaş yaşamak ve bu yavaşlığın tadını da damağıma yapıştırdığım bir çikolata gibi hissederek şimdiyi içmek.
Yapabildi mi?
Yapabilsem burada dertleşir miyim sizlerle
Yapmanın, yapabilmenin yöntemini okuyup yaşamımın hiçbir diliminde uygulayamayan ben teori olarak eksikliğimi giderdim ama patrikte, uygulamada sınıfta kaldım.
Bilenler anlatmasın onların içinden gelip yapıyorlar, doğalarında yok hız,
Davranışını değiştiren varsa ben de tanımak isterim, öğreneceklerim vardır eminim, yaşamın saatini durdurmadan.
Unutmayalım hepimizin zaman saati duracak bir zaman.
Unutmayalım yaşam bir tane.
Unutmayalım bu günü yaşamayı.
Unutmayalım bugünün sesini duymayı.
Divan edebiyatı yaşam saatinin duruşunu şöyle anlatır “Asuman’dan* gayri her şeyin yeri kara topraktır.”
Ve tik takların sonu……………
Not: Asuman’ın anlamı gökyüzü demektir.
(10.6.2010)

Yaşamın boyu ne kadar!

Çok acil bir işiniz var ve trafikte iseniz,
Yana kırmızı ışık ne kadar uzun süre yanar,
Işık yeşile dönünce öndeki aracın vitese takıp aracı hızlandırması bile sizi sinirlendirmeye yeter.
Ortalama hızın çok üzerinde hız yaptığınızı unutup önünüzdeki aracın ne kadar yavaş gittiğinden şikayet eder belki öndeki araca el kol ile önü boşken neden yavaş gittiğini nazikçe sorgularsınız.
Ve zaman ne kadar hızlı ilerler!!!
Ya tersi olursa;
Gideceğiniz yere çok erken yola çıkmışsanız ve yolda oyalanmaya çalışıyorsanız ne tesadüf ki hiç kırmızı ışığa rastlamazsınız.
Hatta ilerlerken ışık kırmızıya dönecek ise yavaşlayıp kırmızıya dönmesini zamanlamaya çalışıp arkadaki araç korna ile iyi niyetlerini sunar size.
Normal seyir hızında seyretmeyi ve bildiğiniz tüm trafik kurallarını zaman geçirmek için kullandığınız halde etrafın tepkilerine şaşırır hatta trafiğin bunlar yüzünden karmaşaya döndüğünü iddia edersiniz yanınızdakilere.
Ve zaman ne kadar yavaş ilerlemektedir!!!
Bir nefes alıp tutarsanız bir dakikanın ne kadar uzun olduğunu fark edersiniz,
Sevdiğiniz ile geçirdiğiniz bir akşam yemeğindeki saatleri ile fark edemezsiniz nasıl ilerler.
Aslında zaman ölçen alet olan saat her ortama göre ölçmez zamanı.
Hep aynı zamanı ölçer.
Biz farklı algılarız zamanı, izafidir aynı zamanın bizdeki uzunluğu veya kısalığı.
Sıcaklığın bir ölçüm değeri var bir de hissedileni,
Zamanın da bir ölçülen değeri var bir de hissedileni.
Bizim algılamamız hissedilen kısmı ise saatin ölçtüğü, takvimin saydığı zaman ne kadar önemlidir.
Bu yaşam süresinden ne anladığımıza bağlıdır. Yaşamayı, doğmak, yaşamak ve ölmek şeklinde tarif edersek kelebekler yirmi dört saat bazı türleri daha da az bir süre yaşarlar. Kırlarda ve bahçelerde uçuşarak ince, zarif ve güzel renklerle bezenmiş kanatlarıyla yapraklara konan, bizim kelebek olarak tanıdığımız hali, ömrünün ölümüne yakın son aşamasıdır. Bu şekli ile yaşadığı hayat gerçekten çok kısadır. Konumuza bir parantez açarak birkaç bilgi paylaşalım yaşamın içindeki kısa hissedilecek bir zaman diliminde;
Kelebek olarak yetişkin iken çok kısa bir süre yaşarlar. Bu yüzden bir kısım kelebeklerde beslenme için ağız ve hortum bile bulunmaz. Yaşamlarının bu kısa parçasını beslenmekten çok eşlerini aramak, çiftleşmek ve yumurtlamak, kısaca yeni kuşakları oluşturabilmek için harcarlar.
Yeryüzünde yaşayan kelebek çeşitlerinin sayısının 18 sıfırlı bir sayı ile ifade edilebileceği sanılmaktadır. Yani her insana bir milyon kelebek düşmektedir. Bir başka deyişle ortalama ağırlığı 70 kilogram olan bir insana yeryüzünde 850 kilogram kelebek düşer.
Kelebeğin tüm ömrü değil de ömrünün son safhası gerçekten kısadır. Aslında onun için süre önemli değildir. Ömrünün bu en güzel aşamasında düşündüğü tek şey vardır, neslinin devamı. Sürüngen bir tırtıl olmaktan kurtulup, havada özgürce dolaştığı bu kısa sürede amacı uğruna çoğunlukla beslenmez bile.
Tekrar dönersek konumuza ve yaşamımızın uzunluğu ile kısalığı konusundaki paradoksumuza;
Hem uzun yaşamak hem de dolu dolu yaşamak seçeneği yok mudur bu dünyada bilmiyorum. Hem uzun hem de dolu dolu yaşayanlar bunun farkına öleceklerinde fark ettikleri için belki paylaşamıyorlar bizlerle.
Dolu dolu yaşamak o da belki yaşamın sonunda tamamının sorgulanması esnasında çıktığı için de benim çok etkilendiğim bir şey değil. Bir ressamın sefalet içinde öldükten sonra ünlü olması gibi bir his uyandırıyor bende. Dolu doluluk ölümden sonra insanların sizin için düşüncelerini gibi geliyor bana, hissedemiyorsunuz ama değerlendirmeyi sonda yapınca böyle bir sonuç çıkıyor ortaya.
Dolu dolu yaşamak yerine bugünü yaşamak,
Bu günü yaşarken keyifli olmanın yolunu bulmak,
Keyfini çıkarttığın anın lezzetini duymak,
Kendini bir sonraki anın mutluluğuna hazırlamak.
İzafi olan bu uzun ve kısalığın içini doldurdukça zaten kısalmıyor mu hissedilen yaşam.
Usta şair Can Yücel ne demiş yaşam için.
Yaşam üç gündür,
Dün geldi geçti,
Yarın meçhuldür,
O zaman yaşam bir gündür
O da bugündür.
Yani kelebekler gibi!
Bu günü yaşamak ve fark etmek yaşadığınız,
Ne kadar yaşadığınızın ölçümü değil ne kadar hissettiğiniz.
Yaşamın kendisini bunlarla doldurmak, sonuna kadar bunları yaşayıp çevrene yaşatmak değimlidir yaşamın anlamı.
Bunları konuşurken uzunluk ne kadar sanal bir boşluk halini alıyor.
Mumya gibi zamana direnmek ve fark etmemek yerine,
Kelebek gibi günün her saniyesini ömür gibi yaşayarak günün sonunda ölmek mutlu bir şekilde.
Yarını düşünerek bugünü kaybetmek hiç yaşayamamak gibi gelmiyor mu siz de?
“Cak” ve “cek” ler ile kurduğunuz cümlelere “yorum” diyebilmeye başlamak belki ilk adım.
Uzunluğun tasası yerine o an hala yaşıyor olmanın sevicini fark edebilmek belki ilk adım.
Yarının “Ne zaman başlayacak” telaşını bırakıp şimdinin “ne güzeli”ni fark etmek belki ilk adım.
Yaşadığınız her şeyin hissedileninin en kısa olduğu bir ömür geçirmeniz dileği ile.
Haftaya görüşmek üzere.
23.5.2010

Dizi dizi diziler!

Son zamanlarda hepimiz sıkıntı çekiyoruz aile ile birlikte dizi seyretmekte. Günlük yaşantımdan kesitleri paylaşmak tarzım değil ama son birkaç sene yaşadıklarımızı üst üste koyarsak artık gündelik olmaktan çıkan, yaşamımızın içine sızan hangi yaşamın kesitlerini yansıtmaya çalıştığını bilmediğim, bilinçsizce toplumun içine dinamit koyan bu prime time dizileri sıktı ve sıkıntı veriyor artık.
Eski Türk filmleri insanların ulaşamayacağı üst düzey yaşamı hayatımıza sokmuştu, biz hiç böyle yaşamayacak idik.
Ama çok sevdik bu filmleri. Seyrettik bu belki hiç yaşamayacağımız üst düzey filmleri, ama içindeki yaşananlar bizim insanımızın yaşadıkları idi.
Ayrılıklar, aşklar, yanlış anlaşılmalar, dayanılmaz fedakârlıklar, gizli/gizemli içte yaşanan platonik aşklar.
Yani yaşananlar bizden, hepimizin içinde yaşadıkları gündelik yaşamdı.
Sadece yaşanılan yer özlenen, ulaşılamazdı.
Bir dizi veya film niçin izlenir;
Kendi yaşamından bir parça bulursun,
Hedeflediğin bir yaşamı bulursun,
Senin gibi biri vardır,
Olmasını istediğin gibi biri vardır,
Sıcaktır,
Gizemi vardır,
Temposu varır ve sarar sizi,
Ama sizin gibidir!!
Olmasını istediğin bir dünyayı sunar bazen,
Bazen insanca bir caba vardır idealler peşinde,
Ulaşılmaz bir dünya bile olsa özleneni sunar size,
Hep birlikte daha iyi içindir,
Toplusal bir hedef içindir çekilenler,
Doğrusu evrensel ortak doğruları özendirmek içindir.
Ya değilse,
Tanrıya şükür dizilerle aram pek yok.
Bir dönem komedi dizileri yoğundu ben de şu içinde bulunduğum ortamdan kurtulmak adına izlerdim onları.
Şimdi;
Gayri meşru ilişkiler,
Çocukların hepsi bilinmez meçhul bir sevgiliden,
18 yaş altı kızların hamilelikler,
Bir süre sonra ortaya çıkan koca koca çocuklar,
Evrensel yasakların doya doya yaşandığı bir renkli dünya,
Ve özenilecek hale getirilmeye çalışılan bir dünya,
Ve yaşanılanlar normal hepimizin yaşamı gibi sanki.
Bir romantiklik yok,
Yerine vahşi bir cinsellik,
Korkarak bir öpüşme yok,
Yerine Şehvetli bir saldırı dudaklara,
Bir kafede korkarak dokunmak yok elbise kaplı bedene,
Yerine Bir otel odasında beraber olmak,
Sonra genç olmak,
Sonra sıradan olmak,
Sonra insan olmak;
E zor tabi bu kadar aşırılıktan sonra yaşamın normalliğine uyum sağlamak.
Zaten her dönemim gençliği sıkıntıdadır büyüklerinden,
Şimdi!
Evet, böyle diziler kuşatmış etrafımızı.
Hayır, kesinlikle sansüre gelmeyecek sözün sonu,
Bu korkmaktır ve sonrasında her sonuca razı olmaktır.
Bir silah yapar ve onu kullanmayı göze alırsan yarın onu kimin kullanacağına ve o silahın sana dönüp dönmeyeceğini bilemezsin.
Bu nedenle sansür değil talebim;
Ama toplumsal bilinç oluşmaması anlamsız diye düşünüyorum.
Geleneksel yaklaşıma göre de,
Aristokrat yaklaşıma göre de,
Zengine göre de,
Sosyaliste göre de,
Muhafazakâra göre de,
Evrensel doğrulara göre de,
Özgülükçü yaklaşıma göre de,
Muhafazakâr yaklaşıma göre de,

Kendisini ifade edemeyen, açıklama bulamayan bu yaşam tarzı nasıl ve kimler tarafından seyrediliyor,
Kabul görüyor ve reyting alıp devam ediyor bunu anlayamıyorum.
Toplum olarak yaşam tarzımıza uymayan bu yapıyı en azından izlemeyebiliriz!
Tepki koyabiliriz!
Yarın gelecek nesiller için normal olmayan bu yaşantıyı sevimli göstermek yerine normali özendirebiliriz.
Yaşamımızı normalleştirecek bir şeyler yapalım.6.5.2010

Kaybetmek iyidir!

Başarı insan üzerine tutulan spotları arttırır.
Bu da sıklıkla insanları daha iyi görmek yerine, daha iyi görünmek çabasına iter.
Başarılı kariyerler, böyle bir tutumla birleşince kafese dönüşür.
Oysa başarı ışıkla değil, başarı başarıyla beslenir.
Başarılı olmak evde balina beslemeye benzer, balinanın canlı kalması için her gün tonlarca küçük balık yakalamak zorunda kalırsınız! Başarının getirdiği egoyu yönetmek için, başarınızı ilk unutan siz olun. Sonuç alın, sevinin, unutun. Tekrar üniformanızı giyip en başa dönün.
Şunu unutmayalım tarihte başarılı olanların hikâyeleri vardır, bu doğru.
Doğru yaşarsanız belki sizin de hikâyeniz bir gün yazılacaktır.
Ancak, unutulabilen başarılar sağlıklı bir yaşam mücadelesinin temel taşlarıdır, bu temeller üzerinde istediğiniz yükseklikte bina kurabilirsiniz.
Teniste servis atarken oyunun skorunu düşünmezsiniz, her bir servis birbirinden bağımsızdır. Skoru düşünerek attığınız servis görevini yapmaz. Unutarak atılacak her servisin getireceği sayı ne durumda olursanız olun size maçı döndürmeye yarayacak, kazanmanıza yarayacak sayılardır.
Bu temelin üzerine kurulan yaşam mücadelesinde domino etkisinden kurtulursunuz, yıkılan domino taşı sadece kendisini yıkar ve bir sonrakinin ayakta kalması ona bağlı değildir, yani bıraktığınız yerden dizmeye devam edebilirsiniz.
Bir önceki işin başarısı üzerine örülen yaşam kulesi bir sonrasında gelecek başarısızlık ile yerle bir olur.
Buna karşın bir önceki başarı veya başarısızlığın nedenlerinden başka bir tortuyu taşımadan başlanan yeni bir iş, sizin yaşam kulenizi örmenize devam etmenizi sağlar.
Bundan sonra yaşanılacak başarısızlıklar bile size kazanç sağlar, kule sivrildikçe başarıların oranı artarak sizi de sivriltir ve başa döndürmez.
Başarısız olanların bilinmeyen hikâyeleri bizlere yol gösterecek asıl hikâyelerdir. Orana bakarsak başarısızlık hikâyeleri her zaman başarı hikâyelerinden fazladır.
Hep kazanılmayacağını bir gün kaybedileceğini bilmektir asıl başarı.
Yaşamın, kazanılanlar ile kaybedilenlerin toplamı olduğunu unutmadan ağlamak ve sevinmenin yanında biriktirmeyi becerebilmektir asıl başarı.
Başarısızlıklarla hayatta kalabilmek ve bir sonrasına tecrübeleri taşıyarak aynısını bir daha yapmamaktır asıl başarı.
Her şeye rağmen hayatta kalanlardan olmaktır asıl başarı.
Kaybetme yükünün ağırlığını bilmeden kazanmak, kazanmaya devam etmek ilk kaybedilen ile tamamı yıkılacak bir sırça saray hikâyesine benzer, sonu her zaman kötü bir hikâyenin başlangıcıdır bu.
Bir bilge uzun zaman bir gölü izlemiş. Yağışlar artıp su seviyesi yükselince balıklar karıncaları yiyerek besleniyormuş. Bu şartlar devam ettikçe karıncalar için çaresizlik ve sonucu değiştirilemeyecek bir kader yaşanıyormuş. Ancak yağışlar kesilip kurak yaz mevsimi başlayıp gölün suları çekilince, göl bataklığa dönüşüyor ve bu sefer karıncaları balıklar yiyormuş. Bu sefer aynı çaresizlik ve kaçınılmaz son balıklar için geçerli oluyormuş. Aslında ne karınca, ne de balık şartları kendi değiştirmiyor, suyun yüksekliği karar veriyormuş kimin kimi yiyeceğine. Asıl belirleyicinin su olduğu bir dünyada sizin balık veya karınca olmanızın bir önemi yok görüldüğü gibi. Önemli olan zor şartları başarıyla geçirip şartların değiştiği ortama hazırlıklı olmak başarıdır.
Şartların içinde var olmaya devam edebilmek,
Direnebilmek,
Hayatta kalmayı becerebilmek,
Karıncaysanız yazın kuraklığını, balık iseniz baharın bereketini görebilmektir asıl başarı.
Her son dediğiniz yeni bir yaşamın ve başarının başlangıcı olamaz mı?
Başka yol yok dediğinizde hiç baktığınız yönden başka bir yönde yol olabileceğini düşündünüz mü?
Teslim olanların yaşamadığı bir dünyada, yaşam mücadelesinin en kutsal çaba olduğunu ve sadece yaşıyor olmanın bile başarı olasılıklarının devam ettiğini göstermiyor mu?
Ölmediniz sürece şansımızın olduğunu ne zaman hatırlayacağız?
Başlangıç noktası her zaman sıfır noktası ise, sıfır noktasına geri dönmek bizi niçin heyecanlandırmıyor?

Başarısızlığın sonrasında aynı sonucu tekrar yaşamamak için ağlamanın dışında şu ana kadar yaptıklarınızdan farklı bir şey yapmanız gerektiğini ne zaman fark edeceğiz?
İyi bir başa sahip olup çalışkan bir arı olmak ve bunları birleştirmek ile ancak baş-arı geleceğini bilmemiz için yaptıklarımızı ne zaman gözden geçireceğiz.
19.4.2010

Duyurmadan

Yaptıklarımızı duyurmadan yapabilmek!
Paylaşmadan yaşayabilmek yaptıklarımızla!
Genellikle hepimiz biri hakkında bir kötülük düşündüğümüzde paylaşmayız düşündüklerimizi.
Genellikle hepimiz birine küçük veya büyük bir kötülük yaptığımızda kimsenin haberi olmamasını isteriz,
Ancak hepimiz biri hakkında küçük veya büyük bir iyilik düşündüğümüzde ise düşündüğümüzden haberi olmasını isteriz herkesin.
Hele bir iyilik yapmaya görelim, farkına varmaz diye panik yaparız.
Söylemeye görelim küçük bir iyi söz birinin arkasından geç duyar diye ödümüz patlar,
Dinimiz yapılan yardımların, iyiliklerin ve ibadetin gizlisini tavsiye ediyor.
Dinimiz, yaptığımızdan dolayı çevremizde kazandığımız itibara göre değerlendirmiyor yaptığımız iyilikleri.
Burada bence belirleyici olan iyiliğinin bilinip bilinmemesi değil kötülüğünün bilinip bilinmemesi veya kötülüğün bilinmesine cesaretimizin olup olmaması,
Bir İngiliz atasözü “ hayalleriniz tanrının bahçesidir” der. Kötülükleri düşündüğünüzde sizden ve tanrıdan başkası bilemez, tanrı ile ortak tek bahçenizi bu hassasiyette değerlendirin. Güzelleştirin veya çirkinleştirin.
Ben düşüncenin özgürlüğünün yorumlanmayacak kadar insana ve insani özgürlüklere ait olduğunu düşünürüm. Tüm bu söylediklerim bu alanın özgürlüğüne dair değil, içeriğinin zenginleşmesine veya kıraçlaşmasına dair.
Düşündüğümüz her iyiliğin karşımızdakine iyilik sağlayacağından emin olamadığımız gibi, düşündüğümüz her kötülüğünde karşımıza kötülük getireceğini bilemeyiz.
Burada asıl ve asil olan bizim niyetimiz, tanrıyla paylaştığımız bu bahçenin güzelliği.
Bir fıkra vardır bilirsiniz. İki arkadaş bir gece yarısı araçları arızalanır, soğuktan korunmak ve sabaha kadar barınabilmek için ışık gördükleri ilk evin kapısını çalarlar. Bir kadın açar kapıyı. Kadına dertlerini anlatırlar ve gece burada kalmaları için kendilerine izin vermelerini isterler.
Kadın bu civarın bilinen biri olduğunu ve dul olduğunu belirtir ve onların kalmalarını isterse kendisi açısından sıkıntı olacağını bu nedenle kalamayacaklarını söyler.
Adamlar soğuktan perişandırlar ve evin yanındaki ahırda bile kalabileceklerini söylerler. Kadın acır hallerine, alır ve onları ahırda misafir eder. Bir sonraki gün de iki arkadaş kadın ile vedalaşıp ayrılırlar. Aradan birkaç sene geçer, bu iki arkadaştan birine büyük bir miras kalır. Avukatı araştırır mirası bırakan birkaç yıl önce onları misafir eden zengin kadındır. Adam şaşırır, bu mirası hak edecek bir şey yapmamıştır. Arkadaşının yanına gider ve sorar,
Hatırlıyor musun seneler önce seninle aracımız arızalandı bir köyde mahsur kalmıştık,
Evet, hatırlıyorum der diğeri.
O gece ahırda birlikte geceyi geçirmiştik değil mi?
Evet, doğru der diğeri.
Peki, o gece sen oradan ayrıldın mı? Başka bir şey yapın mı?
Sorma sana söyleyemedim, o gece uyku tutmadı, ahırdan çıkıp eve gittim, rica ettim kadından evde kalmayı ve banyo yapmayı talep ettim. Kabul etti, hatta ileri gittik kadınla beraber oldum. Ama böyle bir şey yapınca başıma bir iş gelir diye çok korktum, hayırdır bir şey mi oldu diye bu kez arkadaşı ona sorar.
Evet, o gece korkudan kadına benim adımı kendi adın gibi söyledin değil mi diye sorar,
Evet, çok özür dilerim, ben iyi bir arkadaş değilim seni zor durumda bıraktım sanırım der.
Arkadaşı, o kadın ölmüş ve tüm mirasını sana bırakmak istemiş ama senin adını benim adım sandığı için bana bırakmış.
Kötülük yapmak isterken iyilik yapmak?
Kötü insan olarak yaşayarak iyilik yapmak?
Böyle birine verilecek en büyük ceza sanırım.
Ancak sonucu karşınızdakinin iyiliğine bile olsa bu sizi iyi yapmaz, düşüncenizin iyi olmasıdır önemli olan.
Asıl olan niyetinizdir ve bunu sadece siz ve tanrı bilirsiniz.
Tüm bunların dışında zor olan iyiliklerin saklanabilmesi gibi geliyor bana.
Her insan kendisine ait sırrı olsun ister. Temiz duru ve huzurlu bir iç için saklamalıyız iyiliklerimizi.
Bir insan, hem de tanımadığımız bir insan düşmesin diye arkasındaki tabureyi almak kenara ve bunu saklamak içimizde çok mu zor.
Bu iyiliklerin hepsini bir çiçek olarak saklamak içimizde bizi ve içimizi güzelleştirmez mi? Daha büyükleri için bir selluka diksek gönlümüze ve sarsa tüm içimizi yaptığımız iyilik geliştikçe kötü mü olur. Bunlar bizim başkaları için iyilik düşünmemize ve hayal bahçemizin de güllerle bezenmesini sağlamaz mı, tanrıyla paylaştığımız bu bahçe bizi huzurla yaşarken koruma mı kötülüklerden, kötülerden.

(19.4.2010)

Işığınızın faydası ne?

Yaşarken hep toplarız diyoruz,
Yaşarken hep öğreniriz diyoruz,
Yaşarken gelişiriz diyoruz,
Yaşarken tecrübeleniriz diyoruz,
Evet, doğru bunları yaparız da ne olur?
Bu topladıklarımız,
Bu öğrendiklerimiz,
Bu gelişmişliğimiz,
Ve tecrübemiz.
Bir işe yaramalı değil mi?
Kör bir adam yaşarmış kasabanın birinde. Bu kör adam geceleri sokağa çıktığında elinde fener ile gidermiş gittiği yere. Kasabalı bu nedenle biraz şüphelenirlermiş adamın kör olup olmadığı konusunda.
Günlerden bir gün saklamışlar kör adamın fenerini,
Adamcağız aramış bulamamış fenerini ve bu sefer fenersiz çıkmış yola. Yolda giderken kendisi görmüyor tamam ama bu sefer diğer insanlar da onu görmekte zorlanmışlar çarpmışlar, yolunun önünden çekilmekte zorlanmışlar.
Anlamışlar ki kör adam kendi için tutmuyormuş ışığı çevresi için tutuyormuş aslında.
Mevlana’nın dediği gibi;
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.
Evet, bir işe yaramalı
Bu topladıklarımız,
Bu öğrendiklerimiz,
Gelişmişliğimiz,
Tecrübemiz.
Başkalarına ışık katmalı,
Başkalarının yolunu aydınlatmalı,
Başkalarının ufkunu genişletmeli.
Hayır, bir işe yaramamalı diyebiliyorsak ısrarla,
Feneri alınmış kör adam gibi oluruz, biz biliriz ama çevremizdekiler bilmediği için bizim yolumuza çıkar, yolumuzu keser, bizim ilerlememiz önünde engel olur bu paylaşmadıklarımız.
“başkalarının yaşamına ışık kattığımızda bu ışık size de yansır” der Peter Pan’ın yazarı İskoç yazar James Matthew Barrie. Yazar Barrie’den söz açılınca onun farklı hayatından bu sözü söyleme nedenini paylaşmak itiyorum sizinle.
1929 yılında Peter Pan’ın yazarı Barrie, oyun ve kitabın tüm haklarını "Great Ormond Street Hospital for Sick Children" isimli çocuk hastanesine bağışladı. Yani, oyunu sahneleyen ya da kitabı basan veya alan herkes, bu hastaneye telif ödemiş olacaktı. Bu son derece cömert yardım bunca zaman hastaneye çok büyük paralar kazandırdı ve kim bilir kaç hasta çocuğun iyileşmesini sağladı. Belki bunun nedeni cücelik hastalığı nedeniyle tüm ömrü boyunda 140 cm. boyda olması nedeniyle kendisini çocuklara daha yakın hissetmesi midir bilinmez.
Tabi bunun için önce aydınlanmak gerek,
Öğrenmeye gayret gerek,
Tecrübelenecek kadar ciddi bir şekilde çalışmak gerek.
Tüm bunlar insan olmanın,
Toplum içinde yaşayan iyi insan olmanın çabalarından biri de değil mi?
Nirvanaya ulaşmayı beklemeyin ama olmadan olmuş gibi yapmayın derim.
Yarım hoca dinden eder,
Yarım doktor candan eder derler.
Verdiklerinize dair biriktirdikleriniz tam olsun,
Alanın yolu sizin ışığınız ile aydınlansın.
Verdikçe tükenmeyen,
Verdikçe eksilmeyen,
Verdikçe azalmayan bu biriktirdiklerinizi vermekte zorlanmayın,
Tasarruf etmeyin bildiklerinizi paylaşmaktan,
Pintilik etmeyin ışığınızı saçmaktan,
Yaşam alanınız aydınlattıklarınız ile billurlaşacaktır güvenle.
Kendi ışığınızla yürürken aydınlatmak yanınızdaki yürüyenlerin yolunu,
Daha güzel,
Daha eğlenceli,
Daha coşkulu,
Ve daha güzel değimlidir yalnız yürümekten.
Haftaya buluşmak dileği ile.

,14.3.2010

İş hayatı,
Sosyal hayat,
Aile hayatı,
Ve toplamı olan yaşam, ömrümüzü içinde barındıran bize ait sandığımız yaşam.
Hep söylerim yaşam içinde barındırdığımız hayatların bileşkesidir.
Önemli olan kendi yaşamımıza kaç hayatı sığdırdığımızdır,
Asıl olan bu hayatların gittiği istikametlerdir,
Öncelik istikametlerin büyüklüğündedir.
Yaşamımız da vektörsel toplamın istikametine döner.
İşte biz bu andan itibaren böyle biliniriz,
Yaşamımızın tamamını etkisi altına alan bu hayat karar verir,
Mutluluğumuza,
Üzüntümüze,
Başarımıza,
Diğer hayatları baskı altına alır bu toplam yaşamımızın yönüne karar veren hayat.
Diğer hayatlardan zaman çalar kendi kullanır bencilce,
Diğer hayatların başarılarının mutluluğa dönüşmesine izin vermez baskın hayat bencilce,
Bu baskın hayat sizin hayatınızın lokomotifidir,
Bu baskın hayat sizin hayatınızın önemidir,
Bu baskın hayatın içindeki ayrıntılar sizi yönetir,
Bu baskın hayat gider yaşamınızın tam merkezine oturur
Bu baskın hayat kanser gibi büyür yaşamınızın içinde,
Bu baskın hayat bir zaman sonra yaşamınıza denk hale gelir.
Be baskın hayat sizin hedefiniz ise,
Bu baskın hayat sizin yapınıza uygunsa,
Bu baskın hayat sizin kişiliğinizle örtüşüyorsa,
Bu baskın hayat sizin şanslarınızla paralel ise sorun yok.
Yaşamınız mutludur.
Zaman, zaman diğer yaşamların lezzetinden mahrum kaldığınızı fark ettiğiniz zamanlar olsa da, bu zamanlarda yaşamınızdaki diğer hayatları ıskaladığınızı düşünseniz de temelde yaşamınızın yönüne fırlattığınız ok hedefinizi vuruyor demektir.
Birde yaşamınızın döndüğü istikamete fırlattığınız ok hedefi vurmazsa!
Kayıp yaşamlar da burada başlıyor zaten.
Tüm gücünüzü harcadığınız,
Tüm yaşamınızı feda ettiğiniz hayatınızdaki başarısızlık,
En iyi yaptığınızın en iyi olmaması hali varya işte bittiğiniz an o andır.
Tekrar başlayacak zaman yoktur,
Tekrar en iyi yapacağınız başka bir şey kalmamıştır,
Diğer hayatlarınızı feda ettiğiniz bu hayatta yaşanılacak olumsuzluk yolun sonu gibidir çoğu zaman.
Hiçbir hayatınızı yaşamınız haline getirmeyin yaşamın tün tadını alabilmek için,
Yaşamınıza hiçbir hayatın ipotek koymasına izin vermeyin tüm güzel kokuları duyabilmek için yaşamınızın içinde gizlediğiniz ömre dair.
Hayatlarınızı yaşanası güzellikte saklayın,
Karıştırmayın ve birbirinin üzerine koymayın.
İşte bu yaşamın içindeyseniz hayatlarınızın birinde yaşadığınız üzüntüden bir başka hayatın içindeki mutluluğa sürebilirsiniz tahta atınızı.
Asıl olan yaşamın bütünüdür diyebilmek için o yaşamın içinde bir tane en önemli hayatı beslemek yerine pek çok hayat bulundurabilmektir ve hepsini sevgi ile zaman ile besleyebilmektir.
Bu hayatların içinde benin tahta atımı sürdüğüm yeni bir hayatım var,
Hiçbir limanda karşılanmadığımda bile gideceğim bir son limanınım olduğu yeni bir hayatım var.
Beş yaşına gelen kızım Hayat.
Dostlukla kalın.
Not:28.2.2005 tarihinde doğan kızım Hayat’a beşinci yaş günü hediyemdir.

Hıncınız kaç kilo!

Yaşamımız içinde pek çok şey öğreniriz,
Biriktirdiklerimiz vardır iz bıraktığı için,
Unuttuklarımız vardır değmediği için.
Nelerin biriktirileceğini, nelerin unutulacağını yaşamın içinde öğreniriz aslında.
Her şeyi öğrendiğimizde ise ölüme hazırız demektir.
Öyleyse sonsuzu istemek için öğrenme güdülerimizin tıkalı olmamasına çalışalım.
İki bedevi çölde yürürken tartışırlar ve arkadaşı ona hiç duymak istemediği cümleleri söyler ve çok kırar diğerini. Kalbi kırılan bedevi kuma yazar arkadaşının yaptıklarını.
Mola verip istirahat etmek için durdukları bir yerde bir akrep yaklaşırken kalbi kırılan bedeviye, arkadaşı öldürür akrebi. Bunun farkına varan bedevi kalkar bu kez söylemek istediklerini bir taşın üzerine yazar.
Arkadaşı bu iki davranışın nedenini sorduğunda da şöyle der:
Dostlarınızın kötülüklerini bir kuma yazmalıyız ki ilk rüzgârda silinsin unutulup gitsin, kalmasın aklınızda. İyilikleri ise taşa yazın ki hiç unutulmasın, kalsın yarınlara.
Bizlerde yaşadığımız anların hangilerini silerek, hangilerini toplayarak devam edeceğimizi iyi seçmeliyiz.
Hafıza bizim, tercih bizim. Kinleri de toplayabilir karartırız içimizi, sevgileri de ayıklayabiliriz içinden yaşadıklarımızın.
Mevlana’nın çok beğendiğim dizeleriyle bu konuyu tamamlayalım ve bu dizelerin devamına söz koymak bana yakışmaz, şimdiden haftaya buluşalım diyorum.

“Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.


Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksuldan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...

Ve kaybettik dostumuzu,

Evet, geçen hafta Cuma itibariyle (30.3.2007) dostumuzun beyin ölümü gerçekleşti. Kaybettik! Makineye bağlı yaşamını sürdürüyor ama biliyorum bir gün çekecekler fişini.
Seyrediyoruz düşkünlere ve bakıma muhtaçlara nasıl davranıldığını televizyonlarda. Dostuma da böyle davrandılar son zamanlarında zaten. Düşenin dostu olmazmış. Doğrudur. Günler geçerken mutlak son unutmamalı. Hepimiz için geçerli bu. İyi ve kötü günler yaşanırken kadim dostları bulup çıkarabilmeliyiz beraber olduklarımızın içinden. Kadim dostlar sevinirken ve üzülürken bizimle bunu paylaşanlardır. Bu önemli anlarda yaşanan yalnızlık yapılan tercihlerin sonucudur.
Dostumuz, benim gibi birçok arkadaşımla bu virajı alamayacağını düşündü ve yollarını ayırdı ve viraja girdi. Viraja girdikten sonra yanına kimseyi alamazsın, viraja girdiklerinle o virajı almak zorundasın artık. Uzaklaştırdıkların, geri dönülmez yollara gönderdiklerin, kırıp parçaladıkların ve o viraja girerken yanına almadıkların artık isteseler bile o virajı alırken de yanında olamazlar, yardımcı olamazlar.
Geçen Perşembe ( beyin ölümünden bir gün önce) ziyaret ettim kadim dostumu.
Felç olan yerlerini gezdim içim sızladı.
Ölümüm takip ettiği yerleri gördüm,
Kangren ilerliyordu hatların başından sonuna doğru,
Ölüm adım, adım sona sürüklüyordu çalışanları,
Sanki yasak gibi ölümün el koyduğu alanda gezinen bile yoktu,
Yaşamın bir adım gerisi karanlık,
Yaşamın bir adım gerisi ölüm,
Kesilmedi kangren yerler,
Kesilen yerlerde kangren değildi,
Ve ölüm kapladı tüm Otoyol’u.
Son kalp atışı gibi ilerledi son Otobüs şasisi gözlerimizin önünde. Sonrası kalp atışının izlendiği monitördeki sürekli düdük sesi. Düüüüüüüt.
Yani ölüm.
Yani sessizlik.
Yani sonsuzluk.
Yani Otoyol.
Küskünlükleri unutup eski dostlukların vefası ile sessizce ağlıyor insan.
Yürürken içinde,
Eskiye dair her şey aklınızda, gözünüzün önünde.
Sevinçlerin çığlıkları,
Üzüntülerin sızlanışları,
Kızgınlıkların gürültüleri,
Yanlışlıkların kahroluşları.
Hepsi, hepsi anılar kulübünün daimi üyesi şimdi.
Ve bir o kadar da “benden uzak ve yabancı” .
Artık beni tanıyan ve benim tanıdığım Otoyol değildi içinde dolaştığım.
Felç olan yerlerin geliyor aklıma. Seninle bu yola çıkanların gözden çıkardıkları, yok saydıkları üretmekten vazgeçtikleri araçlar geliyor da aklıma.
Yeni dostlarının beğenmediği o araçlar var ya seni şimdi bile yaşatmayı becerir ve senin hayatta kalmanı sağlardı bir şekilde.
Kimse bu sonun “senin işinin bittiğini için” gerçekleştiğini, bu nedenle bu duruma düştüğünü bana izah edemez.
Genelde ölüm sonrası üzüntü bir yana zorunlu işlemler yapılır. Bu resmi işlemler bu dostumuz içinde başlayacak sanırım. Burada beni, bizleri teselli edecek tek konu yaşamında dostumuzun“organ bağışı” için form doldurmuş olmasıdır. Eğer bu form doldurulmamış ve organları toprak olursa veya organları organ mafyasının eline düşerse bu ikinci ve kalıcı ölüm olur hepimiz için.
Ancak yeni dostların gözden çıkarttığı araçlar dâhil, üretilebilir durumdaki tüm araçların organ mafyaları yerine hayatlarını devam ettirebilecekleri yeni vücutlara yerleştirilebilirse belki biraz teselli bulur, içimiz ferahlar kadim dostların olarak. O araçlar için harcanan emeğin, iş gücünün, alın terinin ve anıların bir anlamı bir değeri olacak ve yaşayacaklardır. Belki bu sayede Otoyol’un yaşamına devam etmesini sağlamış oluruz.
Ulus olarak çöpe atılacak tek bir kuruşumuzun olmadığı bir dönemde böyle bir israfa ve hovardalığa müsaade edilmeyeceğini, edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bir şeyler yapmak isteyen dostları belki bunun için destek verirler.
Ölüm gününün hüznünü unutmak içindir belki bu günden sonra doğum gününü kutlamalıyız senin.
Her şeye ve herkese rağmen;
İsmini yaşatmalıyız senede bir gün.
Seni anmalıyız,
Seni konuşmalıyız o gün.
Aid olduklarınla beraber olmalısın o gün.
Her Mart’ın 17, yani senin doğum gününü idrak etmeliyiz topluca. Bize verdiklerini ve mutlulukları paylaşmak, adını yaşatmak için.
Becerebilirsek, toplanabilirsek sesimizi duyarsın.
Senden yaşamın süresince hiç kimse mutlu ayrılmadı kapından biliyorsun. Hep dargın, küskün gönderdin sana hizmet edenleri. Bu nedenle bir emekliler günü yapamadın iyi günlerinde, belki bu hayalinde gerçekleşir böylece.
Dostlarına, okuyanlara, okumayanlara okuyanların aktarmasıyla bu temennilerinizi teklif olarak sunarak bu haftalıkta bu kadar diyelim, haftaya görüşmek üzere efendim.

Bu hafta, uzun süre birlikte olduğum bir dostumdan, bir yol arkadaşımdan bahsedeceğim sizlere. O’nunla pek çok şeyi paylaştık, yaşamımızı birlikte geçirdiğimiz dönemde. Beni tanıyanlar O’nu da tanıyacaklar kolayca. Benim, O’nunla ilgili hislerimi ve düşüncelerimi, O’nunla ticari olarak işbirliği yapan işyerlerindeki arkadaşlarımın da paylaşacağını düşünüyorum.
Bilmeyenler için O’nu üçüncü göz olarak anlatacağım sizlere. Dramatik bir yaşam hikâyesi var aslında, paylaşılması ve üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Benim biraz kırgınlığım var O’na karşı ama dostluğumuz, geçmişimizin tortuları ve bana kazandırdıkları O’nun vefasızlığından daha büyük olduğu için hala O’nu izliyor, O’nu anlatıyoruz.
Geçtiğimiz Cuma bu dostumuzun bir tarafına felç indi. Düzelir mi bilemem. Bu üzücü durum benim de bu satırlara sarılmama neden oldu.
Evet, yaşlı değil ama hızlı yaşadı,
Yaşlıdan daha yaşlı oldu O,
Coşkulu yaşadı hatta son dönemlerinde hep korkuttu bizleri,
İstanbul’da ama mütevazı bir çocukluğu oldu,
Bir İstanbul beyefendisi zarafeti, Anadolulu bir kalbi ve zekâsı vardı.
O’nu yanlış istikamete bu iki özelliğini bilmeyenler taşıdı.
O Anadolu’nun kalbini ve aklını taşıyordu,
Bitti denilen yerden, nereden nasıl çıktığı bilinmeyen sonsuz enerjisi ile mucizeler yaratan Anadolu’nun toplamı vardı onda.
Zeki, sivri, kendini kurtaran, sıradan başlangıçları mucizelere gebe bir çocuk,
O’da öyle idi.
Yüzünü kara çıkarmadı ailenin.
Çalıştı çabaladı ve sivrildi.
Ailenin birlikte olduğu uzak ahpaplar ile beraber devam etmeyecekti.
Gelişme ve büyüme için radikal bir karar verecekti delikanlı.
Kendine güveniyor ve başaracağına inanıyordu.
Aile bu kararına saygı duydu.
Yurt dışından destek aldı,
Kendisini geliştirecek, kendisini büyük yapacağını inandıklarıyla beraber yola koyuldu.
Yerine sığamaz oldu, Kasım/1989’da yeni yuvasına taşındı.
İlk çevre değiştirme ve güçlenmeyi de bu kararlı tutumu ile yaşadı.
Kendini sevenlerle beraber göç etti yeni ve küçük şehre.
Eski dostlarına sırtını dönmeden yeni dostlar edinmekte kararlı idi.
Nereden geldiğini, bu yolu kimlerle aldığını hatırlayarak ve bu yeni yol ayrımında “beraber yürüyeceği” dostlarını seçerken geleneklerini, birikimlerini unutmadı.
Kaynaşırlarsa büyük olunacağına inanan bir çevre oluşuverdi çevresinde.
Burada yeni ve güçlü ilişkiler yaşayacak, büyüyecek ve güçlü olacaktı.
Her fırsatı var, inancı tamdı.
Burada yeniden çevre kazandı. Yeni memleketi Sakarya onu sevdi ve bağrına bastı.
Bu küçük şehre ilk defa böyle biri geliyordu.
Herkes onun yanında olmaya, onunla çalışmayı istedi.
Büyüyeceğinden, dostlarını da büyüteceğinden emindi.
Nasıl İstanbul’dan gelirken dostlarını sırtına alıp onlarla gelmişti,
Nasıl İstanbul’dan gelen dostları O’nun çocukluğunda ve ilk gençliğinde yaptıklarını efsane gibi anlatıyordu.
Şehrin hepsi O’na ve dostlarına imrenerek bakıyor,
Onları şanslı görüyordu.
Büyüdükçe büyüdü.
Tüm ülkeye kafa tuttu.
En büyük oldu.
Artık sadece kendi şehri değil yaptığı işle ilgili olarak tüm ülkenin en büyüğü idi.
En eski ve en büyük olmanın mütevaziliğini hiç bırakmadı o dönemler.
O birlikte iş yaptıklarını da dostu saydı ve kocaman bir aile oldular.
Yaptıkları ile, geldiği nokta ile önder oldu, örnek oldu.
İstanbul’da gelen dostları ile Sakarya’dan onlara katılan dostları aralarındaki farklılığı unutup hep beraber kaynaştılar.
Dostluklar büyüdükçe O’na olan saygıları arttı.
Saygılarını çalışarak,
Saygılarını O’nu büyüterek,
Saygılarını O’nu en iyi gününde ve en kötü gününde yalnız bırakmayarak gösterdiler.
Dostluklar eskidi.
Yeni rakipleri çıkmıştı, büyümesi yetmiyordu, yenilenmesi de gerekiyordu.
Bir karar vermesi ve yeniden istikamet belirlemesi gerekiyordu.
Bu O’nun ikinci yol ayrımıydı.
En büyük ve en güçlü olursanız rakipleriniz de çok olur.
Önce yurt dışındaki dostu ile yeni bir şeyler yapması gerekiyordu,
Telaşa gerek yoktu ama ciddi bir sıkıntı vardı.
Dostları, onun bu sıkıntıya giden yolundan döndürmek zorundaydılar.
Nasıl iyi ve kötü günleri şimdiye kadar sırt sırta verip aştılar ise bunu da aşmaları gerekiyordu.
Tüm dostları en büyüğünden en küçüğüne bir telaş içinde çabalıyor, O’na bir şeyler anlatıyorlardı. Bazen dinler gibi yapıyor ama çoğunlukla dinlemiyordu.
Zaten herkesin işi kötüydü memlekette.
Dostları “bu seninkinin nedeni başka, bak herkesin işi zaten kötü iken bunları çözelim” diyorlardı.
Kendimizi masaya yatıralım ”özdeğerlendirme” yapalım diyorlardı,
Dostlarının söyledikleri bir kulağından girdi diğerinden çıktı.
Bir dönem daha bu hayat devam etti.
İkinci dönüşüm şarttı, herkes hem O’nun hem de kendisinin yaşamlarının devamı konusunda tereddüt yaşıyordu.
Kendi sağlığına da dikkat etmiyordu bu ara.
Yaşam şekil değişmeye başlamıştı.
İkinci dönüşümü yanlış anladı ve her şeyini yenilemeye başladı.
İstanbul beyefendiliğini, Anadolu zekâsı ve yüreğini unutmak ve baştan ayağa yeniden yapılanmak istiyordu.
Yeni arkadaşlar bulmaya başladı bu sıkıntılı günlerde.
Bu yeni arkadaşları iyi şeyler anlatıyordu, güzel hedefler, güzel örnekler.
Dedim ya sağlığına da dikkat etmeden kendini yıpratan bir yaşam sürerken ve yeni arkadaşları ile hem gününü gün eden, hem de güzel hayallerin kurulduğu bir dönem başladı. Yeni iyilerle, dostlarını berber bu doğru yolda yürütmenin yöntemini bulmak yerine kendisine bıkmadan yol göstermeye çalışan dostları ile yollarını ayırmaya başladı.
Şimdiye kadar biriktirdiği gelenekleri yok sayarak sil baştan yenilenince köksüz kalınacağını, sahipsiz kalınacağını unuttu.
Bilirsiniz zararlı ve yasak olan her şey caziptir, O’da bu dayanılmaz cazibeye kapıldı ve Sağlığını bozacak her şeyi yapmaya devam etti.
Artık çevresi iyi bilenle, kurtarıcılar ve danışmanlarla o kadar kuşatılmıştı ki dostlarını duyamaz hale geldi.
Hazıra dağ dayanmaz demiş Atalarımız,
Kötüye gidiş devam ede, ede
Yok, gibi yapa, yapa,
Mış, gibi yapa, yapa,
Yarın düzeleceğini söyleye, söyleye,
Eski dostlarını ve birlikte iş yaptığı arkadaşlarını küstüre, küstüre
Küçüle, küçüle
Dayanamadı ve genç yaşta felç indi bir tarafına.
Bu yeni dostlar da başladı çevresini boşaltmaya.
Eski dostlar zaten paramparça.
Zaten her giden küskün gitmiş,
Kızgınlıkları var,
Kırgınlıkları var
Şimdi hem sağlığını hem dostlarını kaybetti,
Aslında sana acımamak lazım, sen eski vefanı unuttuğun gün kötü olmaya başladın.
Kötü davrandın eski dostlarına.
Keşke yardım edebilsek şimdi sana.
Sana asla demeyeceğim, “geriye dön bak yaptığım hatalar seni bu hale getirdi”.
Sana asla demeyeceğim “keşke biraz da bizleri dinleseydin”.
Sana asla demeyeceğim” bu sana ders olsun”.
Olan olmuş, dostların nerede biliyorsun.
Sen her zaman kendi evlatlarınla ve geleneklerinle aştın sıkıntılarını,
Sen Otoyol’sun marka yaratan, şimdiye kadar ürettikleri ile Türkiye’nin insanını taşımış, yükünü taşımışsın,
Bırakma kendini diren.
Geçen Cuma duyunca artık Kamyon üretmeyeceğini, sanki bir tarafıma felç geldi onunla beraber banada.
Haftaya görüşmek üzere efendim, bu haftalık ta bu kadar.

Blogger Template by Blogcrowds