
Yaşamımızdaki evrelerimizi bir başka bakış açısıyla tasnif etmeye çalışırsak şu görüntü çıkar.
Bağımlılık süreci,
Bağımsızlık süreci,
Karşılıklı bağımlılık süreci,
Bağımlılık süreci.
Normal insanın toplum içindeki sosyal gelişimi buna paralel olmalı.
Bu evreler için yaş aralığı konulabilir, insandan insana değişebilir veya bir evrede asılı kalabilir insanlar.
Bu süreçlerin ne olduğunu biraz açmak gerekirse;
Bağımlılık evresi, çocukluk dönemi ile gençlik dönemi arasında yaşanır. Bu dönemde fiziksel olarak güçsüz olmamızdan kaynaklı bakıma, korunmaya ve gözetim altında kalmaya mahkumuz. Bu nedenle bu dönem bağımlılık dönemimi diyoruz.
Bağımsızlık dönemiyse gençlik dönemiyle olgunluk dönemi arasında yaşanır. Uzun süren bağımlılık döneminin de etkisiyle ve kendi kendine bir şey yapabilmenin heyecanıyla tüm iplerin koparıldığı, protest bir delikanlılık dönemidir bağımsızlık dönemi.
Karşılıklı bağımlılık dönemi, ne zaman başlayacağı kişisel olgunlukla paralel gelişen bir dönemdir.
Bu dönem insanoğlunun yaşadığını zannederek hiç yaşayamadığı bir dönem olduğu gibi bu dönem kişisel karakterden kaynaklı pek çok çeşidi olan bir süreçtir ve tekrar bağımlılık haline kadar sürer.
Yaşlanıp ekonomik ve fiziksel bakıma ihtiyaç duyacağımız döneme ise yine bağımlılık dönemi diyeceğiz.
Bazen yetiştirilme tarzının bir fonksiyonu olarak bağımlılık süreci uzayabilir. Bu bağımlılık süreci baskın karakter ebeveynlerin marifetiyle bağımsızlık dönemini pas geçip karşılıklı bağımlılık dönemine kadar sürer. Aslında bu kişilik karşılıklı bağımlılık evresini de bir tür bağımlılık evresi şeklinde yaşar.
Yine yetiştirilme tarzının bir fonksiyonu olarak bağımlılık dönemi yerini çok erken bağımsızlık dönemine terk edebilir. Bağımsızlık döneminden sonraki karşılıklı bağımlılık döneminde ise bu erken bağımsızlık dönemine geçmenin tetiklemesiyle karşılıklı bağımlılık sürecini de karşı tarafın kendisine bağımlılığını kullanarak dominant, baskın bir tür karşılıklı bağımlılık evresi olarak yaşar.
Yani bağımlılık evresinin kalıntıları ile bağımsızlık evresinin artıkları toplumla barışık yaşamamızın mutlak değeri olan karşılıklı bağımlılık sürecini deforme ederek sonsuz çeşitte ve kişiye özel bir karşılıklı bağımlılık evresinin yaşanmasına neden oluyor diyebiliriz.
Toplumun etkisiyle deforme olan bağımlılık evresinin ve bağımsızlık evresinin sonrasında toplumu deforme eden bir karşılıklı bağımlılık evresine dönüşmektedir.
Deforme olan toplumsal yaşam ise yine kendi sağlıksız sürecinin devamını garanti edecek yeni nesiller yetiştirmeye devam edecektir.
Bu bozulma sonsuza giderken yaşanacak toplumsal travmalar bu gidişatı olumsuzdan olumluya çevirebilecek ara tedavi yollarıdır. Toplumun bir bütün olarak kendini sorguladığı bu dönemlerin etkisiyle bağımlılık ve bağımsızlık evresini geçiren bireyler kendinden önceki bozulmayı geliştirmeyecek, önceki duruma göre daha iyileşmiş bir etkiyi taşıyacaktır karşılıklı bağımlılık evresindeki toplumsal yaşama.
Burada toplumsal yaşamdaki durumu tartışıyoruz ama bu tartışmayı kişilerin kendi deformasyonlarının toplumsal yaşamın içindeki önemidir asıl olan.
Sonuç yerine şunu söylemekte sakınca yoktur umarım, önce biz kendimiz kendimizi bir sorgulayalım, deformasyonlarımızı fark edip kalıtsal olarak bizden sonraki nesile aktarmamakla başlar her şey.
Not: çevremizde gıdada sahtecilik yapanları tespit ve teşhir etmek konusunda bir dayanışma ve haberleşme çemberi kurmamız sağlıklı nesiller ve sağlıklı yaşam için şart.23.6.2011

Savunacaklarımız pozisyonumuzdan kaynaklanır,
Savunacaklarımız:
Mesleğimizden kaynaklı,
Sahip olduklarımızdan kaynaklı,
Kaybedeceklerimizden kaynaklı,
İşimizden kaynaklı,
Sosyal statümüzden kaynaklı,
Dolaylı değil doğrudan bizi etkileyecek, kaybıyla mağdur olacaklarımızdır savunacaklarımızdır.
Aidiyet imiz den kaynaklı,
Doğrudan bizim yukarıdaki pozisyonlarımızdan kaynaklı,
Kazançlarımızın korunmasından kaynaklı,
Sahip olduğumuz ve olmamız gerekip bize verilmeyen haklarımızdan kaynaklı savunduklarımız vardır.
Savunduklarımız hangi aidiyetimiz ile ilgili ise onun içinde kalır, onun dışa vurumudur,
Bizim bu durumumuza samimiyetle inanan diğer aidiyet gruplarının bize verecekleri ise destektir.
Bizin verdiğimiz destekler, çevremize karşı duyarlılığımızın yansımasıdır, dışa vurumudur, duyarlılığımızdır.
Şiddeti ve miktar bize ise yakınlığıdır, etkisinin bizde hissediliş oranıdır.
Desteklediklerimiz ile savunduğunuzu karıştırmamalısınız!
O zaman ait olanın yerine geçmeye çalışmış olursunuz ki bu vekâleten başlanan desteğinin asaleten sahiplenilmesidir.
Aidiyeti olanlarca kazanılmayan haklar kazanılsa bile korunamaz, bu mücadele için asıl sahiplerince emek harcanmadığı için vekâleten kavgaya destek veren için önemli olsa da hakkın asıl sahibi için önemi beklediğiniz kadar değildir.
Savunulacak, mücadele edilecek, her şeye/ herkese rağmen kavgası yapılacaklar aidiyetten kaynaklı olmalı ve asaleten yapılmalı ve nefes almak gibi savunulmalıdır.
Desteklenenler inandığınız, ihtiyacı olduğuna samimiyetle inandığınız bir durum karşısında vekâleten yapılan mücadeledir.
Desteklediklerinizin savundukları konuya duyarlılıkları, inançları, emekleri sizi de heyecanlandırır ve desteğinizin artmasına neden olur.
Tersi durumda ise savunanlardan daha fazla destek, hakkın alınması durumunda bile savunanlar tarafından hakkıyla korunamayacağı için boşa harcanmış emek olacaktır. Suya ihtiyacı olmayan birine ihtiyacını fark etmeyen birine su içirmek onun size memnuniyetini arttırmaz. Emeği doğru harcamak da emeğe saygıdandır.
Önceliklendirirken, sunarken, anlatırken sıralama son derece önemlidir, sizin desteklenmenizdeki şiddeti sağlar, daha güçlü olmanızı ve haklılığınız sağlar. Gerektiği durumlarda, inandıklarınız doğrultusunda ihtiyaç duyulduğunda verdiğiniz destekler de sizin savunduklarınız için vereveğiniz mücadelenin bileşenleridir, sizin destekleyenlerinizdir.
Desteklenmek için desteklemek lazım unutulmamalı, bunun önemini azaltmak için değil yazdıklarım. Savunacaklarınız ne kadar güçlü olursa olsun, ne kadar haklı olursanız olun yine de desteğe ihtiyacınız olacaktır. 7.5.2011

Siyasi iletişimin tırmandığı bu sürecin tehlikesi toplumsal rezonansa girmektir,
Tarihte bunun olumlu örneği olmamıştır,
Rrezonans sürü psikolojisini tetikler mutlaka,
Düşüncenin azaldığı, konuşmanın arttığı bir süreçtir,
Konuşanın birken dinleyenin bin olduğu bir süreçtir.
Paylaşanın frekansıyla, kitlenin frekansı eşitlenirse, rezonans başlar.
Paylaşanın topluluğu etkilemesi, bu etkinin paylaşanın güvenini arttırması, bu güven ile paylaşanın toplumu daha fazla etkilemesi ……
Bu etkileşim fiziki kural gereği sonsuza gider.
Sürüp giden bu sarmalın doğru orantılı etkisi sonsuza gitmeye çalışırken oluşan toplumsal rezonans, kırılıncaya kadar büyür.
Her kütlenin bir doğal rezonansı vardır, bunu geçtiğiniz durumda kırılma olur.
Tarihte doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmadan gördüğünüz rezonans hallerine bakın, sonsuza değil kırılıncaya kadar gitti.
Kaçınılmaz son kırılmak, yoksa durmuyor.
Durdurmak için, kendisini doğru sayanların etkisini toplumsal rezonans sınırının altına çekmektir.
Karşı kuvvet oluşturmaktır.
Bu bilenlerin bilgilerini sorgulamaya yarayacak yararlı bir tedavidir.
Bilenler bilgilerini sorgulayarak daha çok öğrenebilirler,
Buna karşın; bilenler bildiklerini en doğru saymaya başladıklarında iletişimin, empatinin, faydanın değil yıkımın, cahilleşmenin çıkmaz sokağına girilmiştir.
Toplumun, çoğunluğun peşinden gitmek kişisel aklı/ aklımızı by-pass etmektir,
Düşünenlerin düşüncesinin yettiği, bununla yetinildiği dönemdir,
Kolaydır da, sonu yoktur.
Birileri lazım bu dönemlerde,
Her şeye razı olacak ve çoğunluğu aklının, sürü aklının başlangıçta doğru olsa bile gittiği yolun, varılacak istasyonun doğru olmayacağını birileri söylemelidir çoğunluğa, söyleme cesareti olan birilerine ihtiyaç duyar toplumlar bu dönemlerde.
Kendi içinde çıkarabilirse liderini, gidilen yolu sorgulayanını belki kalibre eder de düzeltmese de doğrultur gidilen yolu.
Söylenmenin söylendiği yol değildir bu.
Zordur, belki toplumsal geleneklerin oluşturulabilmenin yollarından biridir.
Bu yolla öğrenir, gelişir, gelenekler oluşturabilirsek, dinlemeye alışırsak aykırılıkları,
Kendimize uyan, yakışan bir demokrasi geleneği olursa liderlere gerek yoktur , sisten yöneticini bulur, ortak akıl sürülükten çıkar.
Yok, böyle olmazsa hep liderler beklenir peşinden gidilecek.
Dediğim gibi çıkış noktası her zaman doğru olsa bu yolu sonu yok!
O zaman yolu bulmak için liderin feneri yaktığı yoldan başka yolu göremez, bilemez, sorgulayamaz yolculardan oluruz,
Ama yaşayan bir demokrasi kültürünü sokabilirsek aklımıza rezonansa kaptırmadan taşıyabiliriz Cumhuriyetimizi sonsuzluğa.
Rasgele! (9.6.2011)

Sınırsızca,
Sonsuza dek,
Nefret etmeyi bile bilmiyor insanlık.
Beceremiyoruz hınçlanmayı.
Yok, saymak yerine yok etmek ile içinde sonsuzlaştırıyor nefretini.
Yaşatmak onu ve görmemekle cezalandırmak yerine,
Görmemenin ve yaşamı boyunca sensiz öksüz bırakmak yerine,
Onu yok etmeyi düşünmek,
Neden?
Sevmediği için,
Aynı düşünmediği için,
Kızdığı için,
Ondan başarılı olduğu için,
Onu yenmek için hile yaptığından,
Katlanamadığı için
Nefret etmek birinden.
Bu nefretini ifade etmeyi beceremeyip,
Kelimelerle anlatamadığından,
Sustuğunda yenildiğini hissedeceği için,
Bağırmak,
Dalaşmak,
Kavga etmek,
Bilinci kapanırsa gitmek sonuna kadar.
Saniyelerle sınırlı koca bir zaman içinde yok olan bilincinin ardından çıkacak vahşiliğiyle,
Avlanma içgüdüsünün,
Kendini koruma içgüdüsünün becerisiyle,
Bekli de sonsuza kadar onu silebilmek için hayatından,
Onun hayatını bitirmek.
Öldürmek insanca bir duygu değildir.
İçimizdeki hayvanın kırıntılarının bize hakim olmasıyla yapılabilecek bir eylemdir.
O ömürden uzun bilinçsizlik saniyelerinden sonra sürdüreceğin yaşam seni düşmanına mahkum kılar.
Öldürdüğüm sandığın bedenin ruhuyla yaşarsın kalan ömrünü,
Hiç onsuz kalamazsın böylece.
Ama becerebilsek küslüğü,
O yaşarken düşmanını yok saymayı,
Becerebilsek onu konuşarak susturmayı,
Kendi kendine yaşasa,
Sizsiz bıraksanız sevmediklerinizi,
Nasıl bir büyük bir cezadır siz fark etmeseniz de.
Yaşamın sonluluğunda bir sonsuz ceza kesseniz sevmediğinize,
Ama yok böyle olmak zayıflıktır bizde,
Hepimiz hıncımızı çıkarmazsak kusmazsak rahatlayamayız ki!
Nereden nasıl öğrettik,
Bilmeden öğretmeye devam ettiğimiz bu yaşam tarzından kurtulup insanca küsebilmek dileğiyle (2.6.2011)

Doğru saydığınız her şey,
İyi dediğiniz her şey,
Güzel dediğiniz her şey,
Kısaca: İnandığınız, bildiğiniz her şey,
Gerçekten sandığınız gibi mi?
Emin misiniz?
Eksik bildikleriniz,
Yanlış öğrendikleriniz,
Sanki’lerinize aklınızdan ilave ettikleriniz sayesinde :
Yanlışı doğru sanmış olabilir misiniz?
Kötüyü iyi sanmış olabilir misiniz?
Aslında şöyle tersten düşünsek,
Sadece sizin bildiğinizin en doğru olmasıyla kapattığınız algınızı, başkalarının farklı bilgileriyle farklı doğrulara ulaşabileceğinizi fark etseniz ve açsanız dış dünyaya algınızı.
Başka güzel yok diyeceğinize sizin şimdiye kadar gördükleriniz içinde en güzeli saysanız güzelinizi.
Ve sadece sizin şimdiye kadar algıladıklarınızla sınırlı kalan dünya görüşünüzün yegâne kurtuluş yolu olduğuna karar vermek yerine başkalarının da ülkesini ve insanları sevebileceğine inansanız.
Sanki’leri kambur gibi taşımaz,
Kabul ettiğiniz gibi, kabul de görürsünüz,
Masumlaşır bildiğiniz ve inandığınız her şey ve sizi güvenli haklı konuma yükseltir.
Cümleleri böyle kurarsak anlamaya, anlaşılmaya da açık oluruz.
Empati denilen iletişimin ya giriş kapısına ulaşırız ya da sanki’lerin çıkmaz sokağında dolanıp dururuz ve empati kapısını hiç bulamayız.
Voltaire “ düşünceler bu dünyaya depremlerden vebadan daha büyük zarar vermiştir “ der. Düşüncelerini doğru sayanların, sanki’leriyle yaşayanların iletişim ve empatiyi bulamamalarının kendilerine verdikleri zararın ölçümü zordur.
Çevresine zarar vermeden tespit edersek, teşhis edersek kolaylıkla profesyonel destek ile kendine vereceği zararın da önüne geçebiliriz hatta.
Düşüncelerini sorgulamayanların kendilerini değil çevresine zarar verdikleri tartışmasız bir gerçektir.
“İnsan bildiği kadar inanır”, sorun bildiğinin yeterli olup olmadığı veya bildiğinin doğruluğunun sorgulanıp sorgulanmadığıdır
Bildiği ile yorum yapar,
Bildiklerinden kendince yargılar oluşturur insan.
Sandıklarıyla, sankileriyle kararlar verir ve paylaşır. İşte tam da bu safhada evrensel tehlike başlar.
Bu rahatsızlığı bireysel haldeyken teşhis edemezsek o zaman toplumun göreceği zararın boyutunu tahmin bile edemezsiniz inanın.
O yarım doğrusuyla öğrettikleri,
O yarım bilgisiyle yönlendirdikleri,
O yarımlıklarıyla yarımlaştırdıklarını ne yapacağız.
Bulaşıcı hastalığı nasıl tespit edeceğiz de nasıl tedavi edeceğiz.
İnanın tam ile yapmaya çalıştıklarınızın bilmem kaç katını, bilmem kaç kat hızla yarımlar ve sanki’leriyle serbestçe dolaşanlar yapar da şaşar kalırsınız.
İnsanların yarıma duydukları ilgiyi tahmin bile edemezsiniz.
Bu nedenle bu yarımlıklar ve sanki’ler sadece bizim için değil insanlık için ciddi bir sorundur ve mücadele edilmelidir.
Ne demişler atalar;
Yarım doktor candan eder,
Yarım hoca dinden eder.
Sanki’lerinizle yarımlanmayın.

22.temmuz. 2007 seçimlerinde ülkenin pek çok kesiminde ve pek çok adayında yaşanan şok nedeniyle seçim sonuçları “ oy oranları akılla açıklanamaz” bulunmuştu.
Arşivimi karıştırırken bu seçimden sonra yazdığım bir yazımı buldum.
Bu sefer önceden paylaşayım, belki birkaç kişi görür ve aynı hataya düşmekten kurtarırım dedim.
Halkın sesi olamayanların halkın iradesini bu kadar kolay yok sayacaklarına belki şimdiden yol yakınken önlem alır da aynı sonucu yaşamaz, bu ülkenin de yaşamasını önler dedim.
Toplumsal travma yaşadıkça kaybettiğimiz toplumsal hafızamızdaki sorunu sık hatırlatmalarla aşacağımızı düşünerek, müsadenizle eski yazımı tekrar paylaşıyorum sizlerle.
22. Temmuz. 2007 seçimine itafen
(ayrıca oy oranlarını “akılla açıklanamaz” diyenlere ithaf ediyorum)
Herkes gibi benim de birkaç şey söyleme yazma hakkım var elbette. Ben de oy kullandım. Ben de tahminler yaptım seçim öncesi yakın çevremde. Ben de yanıldım. Sıralamada değil ama oranlar da ben de çuvalladım pek çoğumuz gibi.
Siyasete ait yazı yazmayı sevmiyorum. Kendimi bu konuda yazı yazmaya ehil bulmuyorum. Buna karşın herkes gibi hiç susmadan konuşuyorum desem, yorum yapıyorum desem yalan olmaz.
Pek çok seçim gördük. Pek çok seçime dair de siyaset tarihi özetinde okuduk izledik.
Birinci tespitim;
Muhafazakâr dediğimiz, takım tutar gibi parti tutuyor dediğimiz sağ siyaseti kendisine benimsemiş Türkiye’deki çoğunluğun özellikle 12 Eylül ihtilalinden sonra son derce ciddi bir ilerleme, gelişme ve değişim içinde olduğu yakaladık mı bilemiyorum.
Bu sağ siyaseti kendisine benimsemiş Türkiye’deki çoğunluk tüm sağ partilere iktidarı yaşattı. Sıra ile tamamına hükümette olma ve Türkiye’yi yönetme yetkisini verdi. Hatta adı sol olan içeriğinin sol olup olmadığının tartışıldığı rahmetli Ecevit bile bu kesimin oylarının desteği ile siyasi yaşamında ikinci kez ciddi bir oran ile iktidara getirildi.
Özetle halkımızın çoğunluğu olan sağ siyaseti kendisine benimsemiş Türkiye cumhuriyeti halkı hiç de sanıldığı, beklenildiği, umulduğu gibi muhafazakâr değil.
Özetle uzun dönemli resme bakınca son derece adaletli ve ince hesaplar ile siyasi dengenin ve fotoğrafın oluşmasını sağladığını rahatlıkla tespit edebiliyoruz.
İkinci tespitim;
Kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlayan siyasilere iktidar yolu ancak sağ siyaseti kendisine benimsemiş çoğunluğun vereceği emanet oylarla açılabildiğidir. Geçmişte de böyle olmuştur. Bu oyların emanet ve deneme amaçlı olduğu bir ikinci döneme taşınmamasıyla açıklayabiliyorum.
Üçüncü tespitim;
Türkiye’de seçimlerin galibi her zaman merkezin sağı olacaktır veya bu eğilimde olan çoğunluğun seçimlerin sonucunu belirleyeceğidir. Ortanın solu değil de merkezin solu olabilen sosyal demokrat partiler belki merkez ile teması sayesinde Türkiye seçmeninin çoğuna hitap edebilir durumuna gelecektir. Sosyal demokratlar Türkiye’ye ait halk tarafından kabullenecek bir merkez sol kavramı geliştirebilirler ise ikinci büyük parti olabilirler. Çünkü siyaset tek büyük parti ile yapılamaz, yapılmamalıdır.
22. Temmuz seçim sonuçlarını;
Bunca sıkıntılara, bunca fakirliğe bunca ezilmişliğe, bu kadar yolsuzluğa rağmen iktidar partisinin aldığı oyların “akıl ile açıklanamaz” şeklinde yorumlamak yerine muhalefet partisi için kendilerinin de tanımladığı bunca olumlu şartlara rağmen seçmenin alternatifi olamamalarının, inandırıcılarını bu kadar yitirmiş olmalarının nedeninde bulmaları gerekiyor sanırım. Ülkemizin toplam zekasına dil uzatacak kadar agresifleşmek hiç kendilerine ve Atatürk’ün partisine yakışmıyor.
Evet, onlarda yola devam edecekler bu kafa ile. Durup düşünmeden.
Herkes yoluna desek bu yaklaşıma tam uyar sanırım.

Hayal kırıklıkları hayat kırıklarına dönüşmesin!
İnsan hayal ettiği kadar yaşar,
İnsan hayal ettiğini başarır,
İnsan hayal ettiklerini hak eder derler.
Ama hayal ettiğinin içinde yaşamamalı, hapsetmemeli kendisini kendi hayalinin içine.
Hayal ettiği ile mevcut durumunu bilmeli aradaki yolun gidilmesi gerektiğini unutmamalı,
Hayal bir kristal fanustur,
Hassastır,
Narindir,
Dardır,
Korunması gerekir,
Kollanması gerekir,
Unutur hayalin içinde yaşamaya çalışırsak,
Kırarız,
O zaman hayalsiz kaldığımız gibi,
Hedefsiz de kalıveririz.
En sonunda da hayal kırıklığı ile geçirilmiş bir hayatımız olur.
Hani bir söz vardır,
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya çalışırken hiç yaşamamış gibi ölmemeye özen göstermek lazım..
Hedefleri olmak ve bu hedeflere ulaşmak insanı dinç, hedefe ulaşma gayretinde, özetle Var tutar,
Yaşama gayretinin benzinidir,
Yaşama benzininin çakan çakmağıdır,
Ömrü yaşama çevirendir hayaller, hedefler.
Bu var olma nedeni araç olmaktan çıkıp amaç haline gelirse elde ettiklerimizin anlamını kaybetmeye başlarız.
Elde ettiklerimizi unutturacak hedefler, hayaller işte bizi hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşatır ama yaşamamış gibi öldürebilir de!
Biz bile anlamayız yaşam ile ölümün farkını.
Hayallerimiz, hedeflerimiz temel olarak amaçlarımız bizim yol bilgisayarımızdır.
Hayale ulaşırken aldığımız yolu değil de varacağımız yeri kurgularsak yol bize zulüm olur ki ömür boşa geçmiş yaşama dönüşemeden bitmiş olur.
Bitiren de biz oluruz,
En değerli tek şeyimizi karşılıksız bedelsiz bitirmek, kaybetmek sizin için normal geliyorsa,
Bırakın sadece hayalleriniz olsun ve tek sizin mutluluğunuz hayalin gerçekleştiği olsun,
Gerçekleştiğini anlamadan geçen, kaybedilen zaman size gelmeyeceği gibi gerçekleşen hayaliniz size şunu fısıldar kulağınıza “ en büyük eğlence eğlenceyi beklemektir, eğlencenin kendisi değil.”
İşte gidilen yolun anlamı ortaya çıkar.
Sonuç yerine hayaller ulaşmak için değil doğru yolda ilerlemek ve ömrü yaşama çevirmek için lazımdır.